İlk defa Çin’e geliyorum. Bir hafta boyunca, İnnova’nın diğer kurucusu ve yöneticisi arkadaşım Ümit Atalay ile birlikte dört şehir gezeceğiz ve temaslarda bulunacağız. Bu gezi, bana dünyanın en büyük ekonomisi olmak üzere olan Çin’i biraz daha iyi anlama imkanı verecek diye umuyorum. İzlenimlerimi birkaç blog yazısında paylaşmayı planlıyorum. İlk durak Hong Kong.
Hong Kong’da yaklaşık 24 saat kaldım. 1100km2 alanda 7 küsur milyon insan. Bu dar alanın çoğu dağlık. Hong Kong adası ve karşısında anakaradaki Kowloon’da yerleşim, su ve dağ arasına sıkışmış gökdelenlerden oluşuyor. Binalar yüksek ve dar; şehre farklı bir süluet veriyorlar.
Hong Kong, dünyanın en derin ve işlek limanı, aynı zamanda dünyanın en önemli finansal ve lojistik merkezlerinden biri. 150 yıllık İngiliz sömürge geçmişinin göze görülür izleri sınırlı: Soldan akan trafik, bazı kolonyal binalar, çift dilli tabelalar. Sokaklardaki halkın neredeyse tamamı Çinli. İngilizce bilen az, onların da söylediğini anlamak kolay değil.
Hong Kong’da büyük zenginlik var. Zenginleşme 1970’lerde, bölgenin ucuz üretim potansiyelinin keşfedilmesi ile başlıyor. Yaşı uygun olanlar hatırlayacaklardır: Made In China’dan önce Made In Hong Kong tekstil, plastik, oyuncak, vb vardı. 70’lerin sonunda Çin yavaş yavaş dünyaya açılmaya başlıyor ve Hong Kong’un liman ve finans merkezi rolü ön plana çıkıyor. Üretim maliyetleri rekabetçiliğini kaybediyor ve hızla hizmet ekonomisine geçiliyor. Bugün şehri gezdiğinizde eskinin kötü koşullu, derme çatma fabrikalarını değil, lüks, ışıl ışıl iş ve alışveriş merkezlerini görüyorsunuz. Bankalar, danışmanlık, bilişim ve diğer uluslararası şirketler, Hong Kong’u mesken tutmuş.
İngilizlerin Hong Kong’u 1997’de Çin’e iade etmeleri, Hong Kong açısından olduğu kadar, İngiliz İmparatorluğunun son kalıntısının bitmesi açısından da önemli. Sonrasında Çin ile sürtüşmeler ve salgın hastalık gibi sebepler işler bir müddet kötüye gitmiş, ama son yıllarda toparlamışlar. 1970-80’lerin sınırsız kapitalizmi üç aşağı beş yukarı hala deva ediyor. Dünyada en yüksek gelir eşitsizliğinin Hong Kong’da olduğunu da ekleyeyim.
Hong Kong’lu kendisini Hong Kong’lu olarak görüyormuş, Çin’li olarak değil. Çin, Hong Kong’a vermiş olduğu özerk statüyü eğip bükmeye çalıştığında büyük tepki oluşuyor; geçen yılki olayları televizyonlardan izledik.
Şehrin iki yakalı oluşu, İstanbul’lulara Boğaz’ı hatırlatıyor ister istemez. İki yaka arasında çalışan küçük yolcu gemileri de Boğaz’ın emektar vapurlarının minyatür kopyalarını andırıyor. İstanbul ile temel bir fark: Arazi bu kadar az ve kısıtlı olmasına rağmen, büyük bölümünü doğal doku olan yağmur ormanlarına bırakmışlar. Bizim bilmediğimiz bir şey biliyor olabilirler mi? 🙂
İklimin belirgin özelliği nem ve yağmur. Sıcaklık fazla değil. Dünyaya açılan Çin’e yakınlık, tarihi konumu, derin limanı ve gelinmiş olan gelişmişlik düzeyi, okyanusta şirin bir ada olmaktan öteye geçmezdi herhalde.
Alışverişe özellikle meraklı değilseniz, turistik amaçlı bir kalışın 1-2 günden uzun olmasına çok gerek yok gibi. İki günde köşe bucak gezersiniz sanıyorum. Biraz uzak mesafede plajları, parkları, bir de dev Buda heykelleri varmış. Bunları da görmek isterseniz, 1-2 gün daha.
Yaşam biçimi batılı, standartlar yüksek. Uzak doğu mutfaklarına meraklıysanız yemekler güzel. Ama etrafta bu kadar çok Çin’li, tabelalarda Çince yazılar ve üzerinize yapışan nem olmasa, kendinizi dünyanın herhangi bir gökdelen ormanında sanabilirsiniz.
Yarın: Anakıta Çin ve Schenzen
Çok güzel. Yararlı bir paylaşım. Fotoğrafı siz mi çektiniz? Aydın Hocam.
Teşekkürler, Tansel. Bu resimler internetten. Kendi çektiğim resimleri bilgisayara yükleme fırsatı bulamadım daha, zaman olduğunda Flickr’a yükleyeceğim.
Selamlar;