Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 6: Çıkarttığım Dersler

Mini seyahatnamenin bu son yazısında, izlenimlerimden çıkarttığım dersleri özetlemeye çalışacağım. Hindistan öyle bir yer ki, hayata dair bazı dersler çıkartmak kaçınılmaz, ancak ben yazımı meslekî zeminle sınırlı tutacağım.

Hindistan örneği Türk Bilişim Sektörü için ne demek?

Hindistan, nüfus ve diğer doğal avantajlarından dolayı hizmet pazarında doğrudan rekabet edilemeyecek, benzeri oluşturulamayacak bir güç. Ülke olarak attığımız adımlarda böyle bir gücün varlığını ve üstünlüklerini iyi anlamamız ve kendi stratejimizi Hindistan gerçeğini dikkate alarak yapmamız, kendimizi pazarın hâkim oyuncusuna göre konumlandırmamız lazım.

Hindistan’ın başarı öyküsünden öğrenebileceğimiz çok şey var:

  • Hindistan bir makro strateji ile hareket etmiş. Fark yaratabileceği alanları belirlemiş, endüstrisini buna göre şekillendirmiş. Biz de bir ülke stratejisi yapmalı ve devlet ve sektör oyuncularının eşgüdümüyle bu stratejiyi hayata geçirmeliyiz.
  • Stratejimiz gerçekçi olmalı. Hindistan’ın köşeleri kaptığı bir dünyada biz kendimizi nerede konumlayacağız? Rekabet avantajı elde etmek için coğrafi ve beşeri özelliklerimizi nasıl kullanacağız?
  • Hindistan eğitime çok önem vermiş. Her yıl 4-5 milyon mühendis mezun oluyor. İngilizce bilgisi oldukça yaygın. Eğer milyarlarca dolarlık yazılım ihracatından söz ediyorsak, bilişim sektöründe istihdam edilebilecek mezun sayımızı yüzbinlere çıkartmalı, teknik ve dil becerilerinin seviyesini yükseltmeliyiz. Bu artış hızlı olamayacağı için, sektöre eleman devşirecek programları yaygınlaştırmalı ve desteklemeliyiz.

Hindistan örneği Türk kullanıcıları (müşterileri) için ne demek?

  • Daha açık söylemek gerekirse, Hindistan’da iş yaptırarak maliyetlerini düşürebilirler mi? Kısa cevap, bence kolay değil. Hindistan’da düşük maliyetli kaynak bulmak, muhtemelen belli kalitede hizmet almak da mümkün tabii ki. Ancak bunun bir bedeli var. Kültürü tanımak, uzaktaki bir ekibe iş verebilecek ve alabilecek süreçleri oluşturmak, çalışma düzenini oturtmak kolay işler değil. İhtiyacınız uzun süreli ve yüksek hacimliyse değebilir; ancak bunun uzun soluklu bir yatırım olduğunu, keskin bir öğrenme eğrisi olacağını akılda tutup buna göre planlama yapmak koşuluyla.
  • Uzakta iş yaptırabilmek için arada köprü görevi görecek bir katman gerekli. Türkiye’de kurulması gereken bu katmanda bulunan kişiler hem dil, kültür ve iş “çevirisi” yapacaklar, hem de çalışmayı koordine edecekler.
  • Yukarıda yazdıklarımın hizmet işlerine yönelik olduğunun altını çizeyim. Ürün alırken, ya da bir projeyi uçtan uca tüm sorumluluğu ile ihale ederken, Hintli şirketlerin tekliflerini rakip tekliflerle karşılaştırarak karar vermek yeterli, doğal olarak.

Hindistan örneği Türk Bilişim Şirketleri için ne demek?

  • Öncelikle rekabet demek. Özellikle yurtdışına hizmet satmaya çalışıyorsanız, Hintlileri hesaba katmanız lazım. Ortadoğu’da Hintli şirketler teknik kararları veren alıcıların genellikle Hintli olmasından da yararlanarak pazarı belirliyorlar. İşler daha kurgulanırken Hintli şirketlere göre tasarlanıyor. Bizim Türkiye’de 5 kişiyle yaptığımız bir iş için müşteri bu alışkanlıkla 20 kişilik ekip talep edebiliyor. Birim maliyetlerinizde Hindistan’ı tutturamadığınız, daha kötüsü o kadar büyük ekibi toparlayamadığınız için, işin tamamını daha ucuza yapabilseniz bile kaybediyorsunuz. Rekabet etmenin yolu, niş alanlarda uzmanlıktan ve yüksek müşteri memnuniyeti sağlamaktan geçiyor.
  • Hintli şirketler Türkiye ile yakından ilgileniyor. Rekabeti kendi pazarımızda da hissedeceğiz. Ben Türkiye’de işlerinin çok kolay olmayacağını düşünüyorum. Bizdeki işlerin ölçeği genellikle küçük; maliyetler zaten dibe vurmuş durumda ve Türk kullanıcısının uzaktan hizmet alabilecek teknik olgunluğa gelmesine biraz daha zaman var. Yine de, yakında Hindistan’daki adam gün fiyatları örnek olarak önümüze koyulacak, korkarım.
  • Hintli şirketlerden öğreneceğimiz çok şey var. Biz yazılım ve hizmetleri genellikle zanaatkar usulü yapıyoruz, Hintlilerin başardığı fabrikalaşma aşamasına henüz gelemedik. Projelerimiz ve pazarımızın küçük olması, sürekliliğin ve sektördeki sermayenin sınırlı olması bu eksiklikte önemli etkenler. Yine de, Hintli şirketlerin kararlılıkla üzerinde durduğu süreç yönetimi, kalite kontrol gibi konulara biz de daha fazla öncelik vermeliyiz.
  • Hintli şirketlerle işbirlikleri teorik olarak mümkün: Hintli bir şirketle çözüm ortaklığı yaparsak, bazı işlerimizi orada yaptırabiliriz, belki maliyetleri düşürebiliriz; ek kaynak gerektiğinde erişebileceğimiz geniş bir havuz olur. Müşterilerin hizmet alması ile ilgili uyarılarım burada da geçerli. Bu yola girecekseniz, çalışacağınız firmayı iyi seçin ve onunla uzun soluklu bir yolculuğa çıktığınızın, başta ikinizin de epeyce yatırım yapması gerekeceğinin farkında olun. Nasscom’un söylediği kadarıyla, uygun firmayı bulma konusunda uzmanlaşmış danışmanlar varmış, firma seçiminde yararlanılabilir. Çalışmanın bir ara katman gerektireceğini unutmayın, bunu ilk baştan tesis edin ve maliyetine katlanın.

Bireylere yönelik bir notla bitireyim: Küreselleşmeyle bireysel düzeyde de rekabet sürekli artıyor. Her bireyin kendisini geliştirmesi, küresel anlamda rekabetçi bir konuma getirmesi gerek. Hindistan’dan çok etkilenmeme ve sevmeme rağmen, şu notu da düşmeden geçemeyeceğim: Ülkemizin kıymetini bilelim…

Bonus olarak, geziden birkaç resim ekliyorum. 🙂

20160312_05341

20160312_0528520160312_05249

Bu serideki diğer yazılar:

Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 1

Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 2: Genel Bilgi ve İzlenimler

Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 3: İnsanlar

Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 4: Şehirler

Hindistan Seyahatinden İzlenimler – 5: Bilişim Sektörü

Beklediğimiz An Galiba Geldi: Sony a7 ve a7R Full Frame Mirrorless Kameralar

Bir küsur  yıl önce, kendime “ciddi” bir fotograf makinesi almak için araştırmaya başladığımda iki ana seçenek arasında karar vermekte zorlanmıştım.  Bir tarafta, profesyonellerin kullandığı “full frame” yani sensor boyutları 35mm filme eşdeğer geleneksel ve iri DSLR kameralar, diğer tarafta ise, daha küçük APSC sensörlü, kompakt, hafif aynasızlar.

Sonuçta, 1 Ağustos 2012 tarihli DSLR Kamera Seçmek… blog yazımda paylaştığım gibi, benim için ortopedik rahatlığın fotograftaki kusursuzluktan daha öncelikli olduğuna karar verdim ve bir Sony Nex7 aldım.

Aradan bir küsur yıl geçti ve kameramı her yanıma aldığımda kararımı bir kez daha teyit ediyorum.    Birlikte seyahate çıktığım arkadaşlarım kocaman DSLR’larını taşımaya üşenip otel odasında bıraktıklarında, ben makinemi mont cebime koyuveriyorum.   Yedek objekti f de diğer cebe.  Görüntü kalitesinden bir şeyler kaybediyorum muhtemelen, ama donanımın sınırlarının beni kısıtladığı yerden henüz çok uzağım, muhtemelen.  Yine de, insan acaba bir full frame DSLR’im olsa ne şahaserler yaratırdım demekten kendini alamıyor.  🙂

Nex 7’yi satın alma kararımın ilk yıldönümü daha yeni geçmişken, Sony bekleni yaptı ve bu mazereti ortadan kaldırdı.  Artık full frame ve objektifi değiştirilebilen bir mirrorless kamera var!  İki farklı seçenek olarak sunulan kameranın gövde ağırlığı yine yarım kilonun altında ve boyutları – görebildiğim kadarıyla – Nex 7’den çok farklı değil.   Full frame sensörün hakkını verebilmek için yeni çıkartılmış objektifler biraz daha kallavi olsa da, toplam ağırlık yine bir kilogramın altında.

a7-vs-6d-001

Teknolojinin gittiği yer artık iyice netleşti diye düşünüyorum.  Geleneksel DSLR makinelerin pazara hâkimiyeti gittikçe azalacak ve yerlerini daha küçük aynasızlar alacak.  Boyun ve sırt ağrısından muzdarip tüm fotografçıların gözü aydın olsun!

Sony a7 ve a7R’ye ilişkin ilk izlenimleri aşağıdaki linkte bulabilirsiniz:

First impressions review of the full-frame Sony A7 and A7R

Sony Nex-7 İçin İlk Sabit Objektifim – İzlenimler ve Fotoğraflar

NYC & New Orleans May 2013, a set on Flickr.

Sony Nex makinelere ilişkin en sık dile getirilen eleştiri, objektif seçeneklerinin sınırlı olması. Ancak makinelerin popülerliği bu dezavantajı yavaş yavaş ortadan kaldırıyor ve objektif seçenekleri gittikçe çeşitleniyor.

New York'ta duvarlar renkli

Nex makinelerin objektif tipinin adı “E-mount.” Adaptörler aracılığıyla farklı objektifler de kullanılabiliyor ve seçenekler böylece daha da zenginleşiyor. Aslında, Sony ve diğer üreticilerin piyasaya sürmüş oldukları E-mount objektifler temel ihtiyaçlar için fazlasıyla yeterli diye düşünüyorum. Olumlu tarafından bakacak olursak, benim gibi amatör bir fotografçı için seçeneğin çok fazla olmaması uzun karşılaştırmalar arasında boğulmamak anlamına da geliyor.

LOVE

Nex-7 makinemi aldığımdan beri üzerindeki 18-55 kit objektifi kullanıyordum. Bu objektifin hissettiğim en önemli eksikliği oldukça yavaş olmasıydı. İlk sabit objektif olarak Sony’nin geçen yıl sonunda piyasaya çıkardığı 35mm f1.8’i seçtim. APS-C formatında 35mm, full frame formatta 52mm’ye denk geliyor. 50mm civarı da çıplak gözün gördüğüne eşdeğer bir görüntü sağlıyor.

New Orleans

Mayıs ayında bir ABD seyahatim oldu ve bu seyahatte olabildiğince bu objektifi kullanmaya çalıştım. Benim – uzmanlıktan uzak – görüşüm, objektifin netliğinin ve renklerinin başarılı olduğu yönünde. Hızlı olması loş ortamlarda işe yarıyor gerçekten. Yazıya bir kaç örnek serpiştirdim; bunlara ve aşağıdaki linkten resimlere ulaşıp kendi görüşünüzü oluşturabilirsiniz. Fotoğrafların RAW çekilip Lightroom’dan geçirilmiş olduğunu da belirteyim.

New Orleans çiçek dolu

Uzun zamandır hep zoom objektiflerle çekim yapıyordum ve sabit objektifin kısıtlayıcı olabileceğini düşünüyordum. Belki bu uzunluk çok kullanışlı olduğu için, beklediğim kadar kısıtlanmadım. Gezi fotoğrafları çekerken özellikle geniş açıyı aradığım oldu; ama çoğu zaman bacaklarınızı kullanarak kadrajı ayarlamak mümkün oluyor. 🙂 Lise yıllarında babamın 50mm Voigtlander makinesini devralmıştım; o günlere geri dönmüş gibi oldum. Sabit objektifle çekim yapmanın bir nevi disiplin kazandırdığını, çevreye daha farklı bakmanızı sağladığını da gözlemledim.

New York'ta sadece gökdelenler yok

Bundan sonraki hedef, geniş açı bir objektif edinmek. Umarım yakında planımı gerçekleştirip yeni fotoğraflar paylaşırım.

Tüm fotografçılara selamlar!

Fotoğraflara erişmek için link: NYC & New Orleans May 2013

RAW Formatı: Fotograflarınızı Çiğ Çekin, Bilgisayarınızda Pişirin

Sayısal fotograf makinelerinde objektiften geçen ışık, film yerine ışığa duyarlı bir sensörün üzerine düşüyor.  Sensör üzerindeki hücreler ışığı sayısal değerlere dönüştürüyor ve böylece oluşan dosya, çekilen fotografın bilgisayar tarafından anlaşılan bir halini içeriyor.

Bu dosya, fotograf makinenizde farklı formatlarda, başka bir deyişle farklı kurallara göre hazırlanıyor ve kaydediliyor olabilir.  Sayısal fotograf makineleri ile çekilen  fotograflar için en popular format, JPEG.

Fotograf makinesi JPEG formatındaki dosyayı hazırlamak için epey iş yapıyor.  Her üreticinin kendine ait algoritmalarını kullanarak, sensörden gelen verileri işliyor, sonra da işlenmiş veriyi daha az yer tutacak şekilde sıkıştırıyor.  Bu işlemlerin sonucunda ortaya – üreticinin algoritmalarının başarılı olduğu varsayımıyla – göze hoş görünen nitelikte resimler ortaya çıkıyor.

Bu süreçte püf noktası, çektiğiniz resmin, sizin resmi çekerken verdiğiniz kararlar çerçevesinde, üreticinin algoritmaları tarafından işlenerek nihai bir çıktı oluşturulması.  Bu çıktı üzerinde çeşitli bilgisayar programları kullanarak bazı düzenlemeler yapabiliyor da olsanız, verinin sıkıştırılmış olması oyun alanınızı epey daraltıyor.

Bir DSLR veya üst uç kompakt makineniz varsa, size neredeyse sınırsız esneklik sağlayan bir seçeneğiniz daha var: Resimleri JPG değil, RAW formatında çekmek.

RAW olarak çekilen fotografın dosyasında , adı üstünde, işlenmemiş veri bulunuyor.  Resmi çektiğinizde, sensör üzerine düşen ışığın oluşturduğu veri, işlenmemiş, yani RAW olarak elinizde.

RAW formatlı dosyadaki resim, genellikle göze pek hoş görünmüyor, çünkü JPEG’e uygulanmış algoritmalardan nasibini almamış durumda.   JPEG’de kamera üreticisinin algoritmalarının yaptığı işi, sizin yapmanız lazım.

Ben RAW formatı, eskinin negatiflerine ve RAW işleme sürecini karanlık odada çalışmaya benzetiyorum.  Karanlık odada film banyosu yaptınız mı bilmiyorum.  Müthiş keyiflidir.   Resmin kağıt üzerinde bir hayalet gibi belirdiğini görürsünüz, ne kadar pozlayacağınıza siz karar verirsiniz.  Bazı kısımları eksik/fazla pozlama gibi numaralar da vardır.  Artık eski usül karanlık odalar pek kalmadı herhalde.   Ancak aynı keyfi ve yaratıcılığı RAW resimleri bilgisayar ortamında işlerken  deneyimlemeniz mümkün.  Üstelik, kimyasal bileşenlerle uğraşmadan, zararlı kokuları burnunuza çekmeden.

RAW resmin “white balance”, pozlama, kontrast, renk tonları, gren, vb pek çok özelliğini, hatta mercek düzeltmelerini istediğiniz gibi düzenleme imkanınız var.   Resmi çekerken alelacele verdiğiniz pek çok kararı, bilgisayarınızın başında değiştirmeniz, hatalarınızı düzeltmeniz mümkün.  Tabii resmi yeniden çekebiliyorsunuz demiyorum, ama esneklik şaşırtıcı derecede yüksek.

Fotograf makinesi üreticilerinin genellikle RAW işleme yazılımları da oluyor ve bunlar bildiğim kadarıyla makine ile birlikte ücretsiz olarak veriliyor.   Ben daha genel bir araç olan Adobe Lightroom kullanıyorum.  Arşivleme özellikleri de çok güçlü olan bu yazılımı hararetle tavsiye ederim.   Lightroom’un karanlık odaya gönderme yapan adının da vurguladığı gibi, bu yazılımların uzmanlığı Photoshop’taki gibi resimdeki grafik ögelerin manipülasyonu değil, resmin görüntü özelliklerinin düzenlenmesi.

Kendi resimlerimden birkaç örnek ekliyorum.   JPEG resme karşı, benim RAW’dan ürettiğim resim.  Arada epeyce fark olduğunu göreceksiniz sanıyorum.   Bu örneklerdekiler oldukça sıradan düzenlemeler;  çok daha farklı ve iddialı olmak mümkün.

RAW işlemekle uğraşmam diyorsanız, size önerim resimlerinizi JPEG+RAW çekmeniz.   Bu sayede elinizde hem doğrudan kullanabileceğiniz bir JPEG oluyor, hem de RAW dosyası.   RAW’ları da arşivleyin, belki günün birinde fikrinizi değiştirirsiniz, resimlerinizi kendiniz elden geçirmek istersiniz.  Eskiden olsa, kapladıkları disk alanı sorun olabilirdi, ama artık bunu dert etmeye neden kalmadı.

Bu arada, eski usul bir karanlık odaya hiç girmemişseniz, ne yapın, edin, ilk fırsatta bu büyülü deneyimi yaşayın.

20120819_00120

Sony Nex-7’nin ürettiği JPEG

20120819_00120

Aynı resmin RAW çekildikten sonra işlenmiş hali.

20120717_3101

Canon G10’un ürettiği JPEG

20120717_3101

Aynı resmin RAW çekildikten sonra işlenmiş hali.  Bulutlara dikkat!

Fotograf Makinelerinde Dönüşümün Habercisi: Sony RX1

Resimdeki fotograf makinesinin full frame boyutunda bir sensöre sahip olduğuna inanabiliyor musunuz?

Sony’nin yeni “aynasız” DSLR makinesinin sensör boyutu, Canon 5D Mark III ve Nikon D800 ile aynı.  Maliyeti de Leica’ların çok altında.

RX1 ne yazık ki sabit bir objektifle geliyor, ama objektifi değiştirilebilir modellerin yakında olduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok herhalde.

Canon ve Nikon’cuları kızdırmak istemem, ancak kilolarca malzemeyi yanınızda taşıma zorunluluğu yakında ortadan kalkacak gibi…

RX1 Eylül sonundaki Photokina’da duyuruldu.  Çok yeni olduğu için hakkındaki yorumlar henüz sınırlı.  Aşağıdaki DPReview makalesi yine de bir fikir veriyor.

http://www.dpreview.com/previews/sony-cybershot-dsc-rx1

Hırvatistan Tatili – Sony Nex 7 ile İlk Fotograflar

20120816_00023.jpg20120816_00027.jpg20120816_00032.jpg20120816_00034.jpg20120816_00034-2.jpg20120817_00039.jpg
20120817_00042.jpg20120817_00053.jpg20120817_00054.jpg20120817_00069.jpg20120818_00086.jpg20120818_00091.jpg
20120818_00093.jpg20120818_00098.jpg20120818_00099.jpg20120818_00100.jpg20120818_00101.jpg20120818_00102.jpg
20120818_00104.jpg20120818_00106.jpg20120818_00107.jpg20120818_00114.jpg20120818_00117.jpg20120818_00118.jpg

Croatia 2012, a set on Flickr.

Bu yaz üçüncü kez Hırvatistan’da yelkenli tatili yaptık. Önceki iki tatil, arkadaşlarımızla toplam iki tekne idik, bu yaz tekne sayısı üçe çıktı.

Yılda zaten bir hafta-on güne sığan tatilimi üç kez aynı yerde yapmamdan anlayacağınız gibi, Hırvatistan tatili keyifli. Hırvatistan’a hala vize yok (yakında Avrupa Birliğine giriyorlar, yani bunlar son demler); maliyet, Türkiye’de benzer bir tatilin maliyetine benzer noktada; denizi ve doğası çok güzel; özellikle tekne ile dolaşırsanız, en kalabalık dönemde bile kendinize nispeten tenha yerler bulabiliyorsunuz. Sonuçta, 57,000km2 yani 10 İstanbul kadar alanda 4,5 milyon insan yaşıyor. Üzerine ne kadar turist eklerseniz ekleyin, yer kalıyor.

Hırvatistan’ın asıl farkı ve güzelliği ise, Dalmaçya adaları olarak bilinen onlarca adanın neredeyse her birinde birbirinden hoş, tarihi, küçük kasabaların olması. İyice turistik olan birkaç tanesini hariç tutarsanız, bu adalarda yaşam sakin. Bana İstanbul’un, özellikle İstanbul adalarının eski zamanlarını hatırlatıyor.

Hırvatların sırrı, adalarını, küçük kasabalarını, yaşamlarını, doğalarını korumayı başarmış olmaları. Bazı yerlerde onların da rant peşinde biçimsiz modern yapılar inşa ettiklerini görüyorsunuz, ama en azından eski kasabaları kendi hallerine bırakmışlar. Evlerin, rıhtımların, kamu binalarının çoğu yüzlerce yıllık taş yapılar ve hala kullanımdalar. Ve tabii kaldırımlar ile sürekli imtihan edilen bir milletin çocukları olarak, yüzyılların deniz tuzlu havası ve kim bilir kaç milyon adım ile aşınmış, ama hala sapasağlam kaldırım taşları gıpta ettiriyor.

Hırvatistan’ın tarihi karışık. Uzun sure Venedik hakimiyeti altında kalmış. Osmanlılar – daha çok sahil şeridine saldırılar şeklinde – gelip gitmişler. Sonrasında Hapsburglar hakimmiş. Hırvatların Yugoslavya dönemine karşı duyguları karmaşık. Bireyselliği ezen Tito rejiminden şikayet etseler de, sanki o daha basit yaşama için için özlem duyuyorlar. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki felaketlerden paylarını almışlar ve savaş anıları hâlâ taze.

Adalar kayalık. Genel olarak makilik veya çıplak. Deniz muhteşem. Yemekler çok matah değil, ama güzel yemekler – özellikle deniz mahsulleri – yemedik desem haksızlık etmiş olurum.

Gelelim fotograflara: Daha önceki yazılarımda, uzun bir seçim sürecinin sonunda yeni bir Sony Nex-7 “aynasız” fotograf makinesi aldığımdan söz etmiştim. Bu makine ile ilk fotograflarımı çektim. İzlenimlerimi aşağıda paylaşıyorum; fotograflara flickr link’inden bakıp kendi görüşünüzü oluşturmanız muhtemelen daha sağlıklı. Flickr’daki resimler RAW çekildi ve Adobe Lightroom’da işlendi.

  • Makinenin hafifliği ve küçüklüğü muhteşem. Sürekli yanınızda taşımaktan hiç gocunmuyorsunuz.
  • Renklerini ve sensörün 24mp çözünürlüğünü beğendim.
  • Resimlere bakınca, fokusta bazen zorlanmış olduğumu gördüm. Makinenin zaafından çok, benim acemiliğim muhtemelen.
  • Sokak fotografçılığı zevkli. Bel hizasında tutup, katlanır ekranı yoluyla çekim yapabiliyorsunuz. Küçük olduğu için çevrenin pek dikkatini çekmiyor.
  • Manzaralarda da, portrelerde de fena sonuç vermedi bence.
  • Görebildiğim kadarıyla asıl zayıf nokta, objektif. Makine ile satılan 18-50mm kit lens çoook yavaş. (f3.5-5.6) Bereket Sony yeni objektifler çıkartıyor. Para harcamak gerekecek.
  • Düşük ışık performansı konusunda kararsız kaldım. Yüksek ISO’larda durum pek iç açıcı değil, bana sorarsanız. Farklı objektiflerle denedikten sonra daha iyi bir kanaat oluşabilir.
  • Sensör tozu – daha doğrusu sensör lekesi – sorunum oldu. Lekelerin bir kısmını kendim temizleyemedim, Sony yetkili servisi sensor üzerindeki koruyucu filtrede kalıcı bir iz olduğunu söyledi. Makineyi aldıktan sonra ojektifi monte etme dışında sensörün önünü açmadığım için masum olduğumu düşünüyorum. Garanti altında tamire gönderdim, bakalım ne çıkacak. Internetteki araştırmamda bu soruna sahip başka kimse bulamadım, benim bahtsızlığım sanki.

Genel kanaatimi sorarsanız, memnunum. Karşılaştırmalı bir görüş değil, tabii ki, ama bu makinenin kimseyi pişman edeceğini sanmıyorum.

DSLR Kamera Seçmek…

Geçen hafta Cambridge fotograflarımı eklediğim yazımda, fotograf makinesi seçimim için akıl sormuştum.  Sağolsun bazı arkadaşlar görüş bildirdiler.  Bu arada ben de epeyce araştırma yaptım.   Özellikle son 12 ay içerisinde o kadar geniş seçenek ortaya çıkmış ki, makine seçimi başlı başına bir projeye dönüştü.  Madem bu zamanı harcadım, öğrendiklerimi paylaşayım istedim.  Yazacaklarım, ileri amatör seviyesinde, makinesinin görüntü kalitesi ve ayar esnekliğine önem veren, fotograf için para ve zaman harcamaya hazır olanlar için geçerli.  Bu tanıma uymuyorsanız, size blogumdaki diğer yazıları tavsiye ederim. 🙂

Yeni bir fotograf makinesi almaya karar verdiğimde, hedefim “full frame” sensörlü, üst uç bir makineydi.  İstediğiniz buysa, işiniz zor değil.  İkisi de neredeyse kusursuz denebilecek iki temel seçenek var: Canon 5D Mark III ve Nikon D800.  Çok özel gereksinimleri olan bir profesyonel değilseniz, aralarındaki farklar daha çok ideolojik.  Nikon, 36M pixel gibi inanılmaz bir çözünürlüğe sahip, ama ihtiyacınız olup olmadığı tartışılabilecek bu çözünürlük aynı zamanda devasa dosyalar ve bunları işlemek için gerekli zaman anlamına da geliyor.  Canon, her amaca uyabilen, çok esnek, görüntü kalitesi en az Nikon kadar yüksek bir makine olarak tanıtılıyor.  Nikon’dan biraz daha pahalı.  Sonuçta karar, daha önce bir markada donanım veya kullanım yatırımınız olup olmadığına gelip dayanıyor büyük ölçüde.  Ben oyumu Canon’dan yana kullandım, ama seçimimin nedeni için çok tutarlı bir açıklamam yok, ne yalan söyleyeyim.

Bu yazıda aktarmak istediğim, neden Canon’u Nikon’a tercih ettiğim değil, neden full frame DSLR almaktan vazgeçtiğim.  Her iki makineyi de mağazada gördüm, elime aldım.  Gövde 1 kilograma yakın.  “Hafif” bir objektifle 1,5kg.  Biraz daha iddialı bir zoom taktığınızda 2kg.  Yanınızda bir miktar ek donanım taşısanız, üzerinizde 4kg yük ile dolaşacaksınız.  İstanbul’un bu sıcak günlerinde, sırtımda 4kg, resim çekmek istediğimde elimde 1,5-2kg ile dolaştığımı hayal etmek bile fenalık geçirmeme yetti.  Kendime, ben bu makineyi ne zaman yanıma alıp resim çekeceğim diye sordum.  İş seyahatine götüremezsiniz.   Tatile giderken yanınıza almadan, bu iri malzemeyi nereye sığdıracağım diye kırk kere düşünürsünüz.  Ancak sadece fotograf çekmeye ayırdığınız şehiriçi gezilerde veya seyahatlerde bu yükü göze alırsınız.  Baktım, yapacağım 10-15 bin TL’ilk yatırım sonucunda kalitenin en üst ucunu yakalayacağım; ama fotograf çekebildiğim zamanlar da azaldıkça azalacak.

Peki, ne yapmalı?  APSC sensörlü bir DSLR alsam, kazancım birkaç yüz gramla sınırlı.  Görüntü kalitesinden ödün vermeyi göze almak için yeterli değil.

Bu analiz, beni aynası olmayan – “mirrorless” – fotograf makinelerine yönlendirdi.  Bu makinelerin varlığından haberdardım, ancak çevremdeki genel kanı, bunların büyük DSLR makinelerin yanında oyuncak kategorisinde olduğuydu.

İnternette yaptığım araştırma, danıştığım deneyimli fotografçıların söyledikleri, gördüğüm örnek fotograflar beni oyuncak tanımının geçmişte kaldığına, aynası olmayan makinelerin full frame’ler dışında tüm büyük DSLR’ler ile boy ölçüşebileceğine ikna etti.

Çıtayı bu yüksekliğe taşıyan üç makine var:

  • Sony Nex 7: APSC sensörlü; çok iyi görüntü kalitesi, çok iyi video yeteneği, ne yazık ki (şimdilik) sınırlı objektif seçenekleri.
  • Fujifilm Pro-X-1: APSC sensörlü; görüntü kalitesi çok yüksek; üstelik, çok ilginç ve başarılı bir yarı optik vizörü (viewfinder) var.  Ancak biraz irice ve video yetenekleri sınırlı.  Fuji’nin de objektif sayısı az, henüz zoom objektifi yok.
  • Olympus OM-D-E-M5: Micro 4/3 makinelerin şahı.  Sevimli bir retro tasarım; devrimsel görüntü sabitleme yetenekleri; çok iyi otomatik focus; sadece Olympus’a bağımlı olmayan, geniş objektif seçeneği.  Ama sensörü, APSC’den %35 daha küçük.  Çekilen fotoğraflarda bu %35’in farkı rahatlıkla görülebilir, en azından ben görebildiğimi düşünüyorum.

Canon, EOS M ile bu listeye geçen hafta güçlü bir giriş yaptı.  Canon deyince akan sular duruyor tabii; ama bana sorarsanız EOS M’in – şimdilik – eksikleri çok.  Elektronik vizörü yok; manuel kontrolleri az; flaşı yok.  Önemli avantajı Canon objektiflerini kullanabilmek gibi görünse de, bakın üstat fotografçı arkadaşım Sinan Kıvrak Nex 7 için ne bulmuş:

Metabones creates second-generation Canon EF to Sony NEX ‘Smart Adapter’

Jul 27, 2012 at 19:47:23 GMT

Metabones has announced an updated version of its Canon EF adapter for Sony NEX E-mount. The second version of the Smart Adapter will feature a screw-on Arca Swiss-style tripod mount, improved anti-reflection shieding and a mode that releases the aperture and stops image stabilization to reduce battery consumption. As with the original version, the Second Edition Smart Adapter offers aperture control, image stabilization and EXIF reporting compatibility with most EF and EF-S lenses. It will be available from August 2012 at the same $400 list price as the existing version.

Ben düşündüm, taşındım, Sony Nex 7’ye karar kıldım.  Üzerindeki kit zoom objektif ile birlikte toplam ağırlığı 500 gr civarında.  Objektif, ebadını biraz büyütüyor, ama büyük boy bir DSLR yanında minyon bir kamera.  Yakında Nex 7 ile çekeceğim fotograflarımı paylaşmaya başlarım diye umuyorum.

Image

Internette biraz araştırınca, benimle aynı düşünce silsilesini takip edip yukarıda saydığım makinelerden birini almış; sonrada büyük DSLR makinesini satmış bir sürü insanın yazdıklarına rastlıyorsunuz.  Hepsi halinden memnun; kendilerini azad edilmiş hissediyorlar.  Bir çoğu, artık çok daha fazla fotograf çektiğini ve daha fazla keyif aldığını söylüyor.

Yeni bir DSLR alacaksanız, yukarıda saydığım modelleri ve eminim yakında çıkacak yeni aynasız seçenekleri mutlaka değerlendirin.  Taşıyacağınız kilolardan başka kaybedecek bir şeyiniz olmadığını göreceksiniz.

Cambridge Seyahatimden Fotograflar ve Fotografçılara bir Uzmanlık Sorusu

20120717_3079.jpg20120717_3081.jpg20120717_3083.jpg20120717_3086.jpg20120717_3087.jpg20120717_3088.jpg
20120717_3089.jpg20120717_3090.jpg20120717_3091.jpg20120717_3091-2.jpg20120717_3093.jpg20120717_3095.jpg
20120717_3096.jpg20120717_3097.jpg20120717_3099.jpg20120717_3100.jpg20120717_3101.jpg20120717_3103.jpg
20120717_3104.jpg20120717_3105-2.jpg20120717_3105.jpg20120717_3106.jpg20120717_3107.jpg20120717_3108.jpg

Cambridge, a set on Flickr.

Geçen hafta oğlumu Cambridge İngitere’de yaz okuluna bıraktım. İki günlük bu seyahat vesilesiyle Cambridge’i de olabildiğince gezmeye çalıştım. İngiltere’ye daha yaz gelmemişti; İstanbul sıcağından sonra güzel bir değişiklik oldu.

Cambridge Üniversitesinin adını hepimiz Oxford ile birlikte, Anglosakson dünyasının ve Batı uygarlığının sayılı yüksek öğrenim merkezlerinden biri olarak biliriz. Cambridge şehri – bir İstanbul’lu için kasabası demek daha doğru – ününün hakkını veriyor. Dünyaca ünlü İngiliz mimar Sir Christopher Wren’in tasarladığı kütüphanede, Newton’un Principia’sının original kopyası saklanıyor; yandaki binada Stephen Hawking kalmış… Liste uzayıp gidiyor.
Üniversite, öğrencilerin birlikte yaşadığı ve bazı dersleri gördüğü kolejlerden oluşuyor. Başarılı bir eğitim modeli olan bu kolej fikri zamanla tüm dünyaya yayılmış; özellikle ABD üniversiteleri için bir model olmuş.

Yazın üniversite öğrencileri Cambridge’i terketmiş. Yerlerini daha genç ve çoğunlukla yabancı öğrenci grupları almış. Sokaklar cıvıl cıvıl. Bir kısmı yaz okulları, muhtemelen. Geri kalanları da günü birlik turlar olsa gerek.

Cambridge’in içinden küçük bir ırmak geçiyor. İlkokulda bize “çay” diye öğrettikleri boyutta, ağır akan ama suyu bol bir ırmak. Çevresi yemyeşil. “Punt” denilen gezi tekneleri ile gezdiriyorlar.

Çektiğim resimlerin tümünü görmek için yukarıdaki Cambridge linkini kullanabilirsiniz.  Bu linkten slayt gösterisi başlatmak da mümkün, tavsiye ederim. 🙂

Şimdi gelelim fotografçılara soruma: Bu resimler bir Canon G10 ile RAW olarak çekildi ve Lightroom’dan geçti. Bir müddettir G10 kullanıyorum; artık daha iyi bir makineye terfi zamanım geldi diye düşünüyorum. Aklımda bir DSLR almak, hatta doğrudan full frame bir DSLR almak (Canon Mark III gibi) vardı. Paraya kıymayı da – başka ne lüksüm var, geldik gidiyoruz vb rasyonalizasyonlarla – göze aldım; ama bu makinelerin büyüklüğü ve ağırlığı beni korkutuyor. Micro 4/3’lere (yeni Olympus OMD-E-M5, Panasonic GX1) ve Sony’nin APSC sensörlü Nex 7 modeline bakmaya başladım. Internet’te yazılanlara bakılırsa, DSLR’den küçük makineye geçenlerin hiç biri pişman değil. Mantığı ben de anlıyorum, ama değişikliği yaptığımda görüntü kalitesinde de sınıf atlayabilmek istiyorum. Bu nedenle, her iki seçeneği de deneyimlemiş fotografçıların görüşlerini olabildiğince çok duymak istiyorum.

Görüşlerinizi paylaşırsanız, hem bana hem de benzer kafa karışıklığında olan başka okuyuculara yol göstemiş olursunuz.

Şimdiden teşekkürler!