Yapay Zekâ Çağı O Kadar da Çabuk Gelmeyecek mi Acaba?

Bir önceki yazımda, 2030’ların Yapay Zekâ dönemi olacağı tahminimi paylaşmıştım. Biri hariç, sözlü ve yazılı aldığım yorumların hemen hepsi bana katılıyor, üstelik 2030’a kalmayız diyordu.

Karşı görüş olarak, Robotik’in efsane adamlarından Rodney Brooks’a kulak verelim. Brooks, daha yolun başındayız diyor özetle: Mevcut başarılı uygulamalar çok dar alanlarda; nihai hedef olan insan gibi davranan genelleştirilmiş zekâ’ya daha çok mesafe var.

Saptamalarına katılmamak mümkün değil, zaten bu alanın en etkin isimlerinden biriyle tartışacak halimiz yok. 🙂 Ben yine de 2030’lar tahminimin arkasındayım. Brooks’un hedef olarak aldığı genelleştirilmiş zekâya ulaşamayız muhtemelen, ama her biri kendi dar alanında en az insanlar kadar başarılı çok sayıda uygulama çevremizi sardığında, hayatımız yeterince değişmiş olacak.

Rodney Brooks makalesinin linki:

The Seven Deadly Sins of AI Predictions

Gordon Bell, 1972 Yılında 2020 ve hatta 2030 için Ne Demiş?

gordonbellyoung

1970 ve 80’lerde Digital Equipment Corporation (DEC) diye efsane bir bilgisayar şirketi ve bu şirketin mühendislik işlerinin başında Gordon Bell diye efsane bir yönetici vardı. Gordon Bell, taaa 1972 yılında müthiş bir öngörüde bulunmuş: Her on yılda bir yeni bir bilgisayar kuşağının ortaya çıkacağını ve önceki kuşakları gölgede bırakacağını bir yasa olarak ifade etmiş. Bunu yaparken, Moore’un 1965’de yasalaştırdığı “işlemci gücü her iki yılda bir ikiye katlanır” gözleminden yararlanmış mutlaka, yine de 1970’lerde böyle bir öngörüde bulunmanın çok iddialı ve dahiyâne olduğu teslim etmek gerek.

Tarih Bell’i utandırmamış:

1960’lar Anabilgisayarlar (Mainframe)

1970’ler Mini bilgisayarlar

1980’ler Kişisel bilgisayarlar (PC)

1990’lar Internet ve ağa bağlı bilgisayarlar

2000’ler Bulut’ta bilgi işlem

2010’lar Akıllı telefon ve diğer mobil cihazlar

Geçmişe bakmak kolay ve zevkli, ancak bu tür yasaların gücü, geleceği kestirmemize yardım etmelerinde saklı. 2020’lerin yeni bilişim dalgası ne olacak? Peki 2030’ların?

2020’lere geldik sayılır; demek ki 2020’lere damgasını vuracak teknoloji daha bugünden sorunları çözülmüş, yaygın kullanımda, “patlamaya hazır” olmalı. Bunun için en iyi aday Nesnelerin İnterneti, başka bir deyişle bilgi teknolojilerinin “zekâ”sının sensör ve kontrol birimleri yoluyla fiziksel dünyamızın her unsuruna nüfuz etmesi.

2030’ları tahmin etmek daha zor. Belki şimdi konuşulmaya başlayan bir teknoloji kitlesel kullanıma doğru yayılacak, belki evrilerek başka bir şeye dönüşecek, belki de teknolojik gelişimin artan hızı sayesinde önümüzdeki yıllarda bugünden öngöremediğimiz bir yenilik doğacak. Tüm belirsizliğe rağmen ben yine de kendi tahminimi paylaşayım, nasıl olsa 2030’a kim öle, kim kala. 🙂

2030’lar Yapay Zeka ve Robotik çağı olacak gibi duruyor, bana sorarsanız. Diyeceksiniz ki, bunlar zaten gündemde, hatta makineler satranç şampiyonlarını, Go şampiyonlarını yeniyor, telefonumuz ne dediğimizi anlıyor, biz binmesek de taşıtlar kendilerini kullanıyor. Ancak daha yolun çok başındayız. Bir benzetme yapmak gerekirse, bilgisayar ağları ve internet 1980’lerde az çok kullanılıyordu, ama çağa damgalarını vurmaları 1990’larda başladı. 2000’lerde ise duymayan, kullanmayan kalmamıştı. 2030’ların yapay zekası da, “demo” düzeyindeki bugünkü uygulamalardan çok farklı olacak. Malımızı, mülkümüzü, zamanımızı, sağlığımızı, canımızı gönül rahatlığıyla makinelere emanet edeceğiz.

Tahminlerin isabetini 2035’de birlikte değerlendiririz inşallah; yapay zeka asistanlarımız bize, biz ortada yoksak digital klonlarımıza, hatırlatır nasıl olsa. 🙂

Babil’den Önce, Bitcoin’den Sonra PARA

bitcoin

En eski medeniyetlerden itibaren bizimle olan para kavramı büyük bir dönüşüm içerisinde. Çocukken aldığımız harçlıktan beri tanıdığımız, elimizde tuttuğumuz paranın yerini mobil uygulamalar, bitcoin ve türevi alternatifler alıyor. Bu işin sonu nereye varacak diye merak ediyorsanız, cevaplar ödeme sistemleri konusunda tanınmış bir uzman olan David Birch’ün BKM ve Fintech Istanbul katkılarıyla basılan “Before Babylon, Beyond Bitcoin” kitabında.

book cover

David, 90’lı yılların sonlarında ortaya çıkan Mondex para kartları, Kenya’daki M-Pesa mobil ödeme sistemi gibi projelerde edindiği engin deneyimi ve mizahi üslubuyla paranın ve para teknolojisinin tarihçesini anlatıyor, daha da önemlisi geleceğe yönelik öngörülerde bulunuyor.

Kolay okunan bir kitap, ama vaktim yok derseniz ben anladığımı paylaşayım. David Birch, paranın mevcut halinin son birkaç yüzyıla ait bir yapı olduğunu anlatıyor. Para, tarih boyunca insan toplumunun evrimine paralel olarak gelişmiş. Tarımla uğraşan bir köyde ticaret ve borç ilişkilerini yürütebilmek için insan hafızası yeterliyken, kabile, şehir, devlet, imparatorluk gelişim çizgisini destekleyebilmek için yeni para teknolojileri ve kavramları icat edilmiş. David Birch, mevcut düzenimizin endüstri devriminin hemen sonrasından miras kaldığının, dolayısıyla da eskidiğinin altını çiziyor. Uluslararası ticareti kolaylaştıran Altın Standardı, merkez bankaları, çekler, akreditifler, günlük ticaret için madeni para ve banknotlar bu dönemin ürünü.

20. yüzyılda sistemde önemli değişimler gerçekleşiyor: Altın Standardı yerini ulusal “fiat” paralara bırakıyor, para artık ellerde değil, bilgisayarların içindeki bitlerde var oluyor. David Birch, teknolojideki tüm gelişime rağmen kafalarımızdaki para paradigmasının (kelime oyunu kasti değil :)) geçen yüzyılda kaldığını, hatta 1871-1971 arasında geçerli olan Altın Standardı dönemine ait olduğunu söylüyor ve koşulların yepyeni bir düzenin kurulması için uygun olduğunun altını çiziyor.

Bu yeni düzen, naktin yerini kartların ya da mobil cüzdanların almasıyla sınırlı değil. Evet, toplumsal maliyeti çok yüksek olan nakit kullanımının yaygınlığı gittikçe azalacak ve nakit işlevini zaman içerisinde yitirecek. Ancak asıl heyecan verici beklentiler başka.

Öncelikle, devletlerin münhasırlığındaki az sayıda para birimi ile sınırlı olduğumuz fikrini terk etmemiz gerekecek. Geçmişteki para teknolojileri büyük bir insan topluluğunda var olabilecek para çeşitliliğini sınırlıyordu, çünkü her aklına esen bir para çıkartsa, bunun güvenilirliği, başka paralarla değiş tokuşu, yönetilemeyecek kadar zor sorunlar ortaya çıkaracaktı. Ceplerimizdeki akıllı telefonlar bu kısıtları kökten değiştirdi. Artık, ister coğrafi, ister ilgi alanı bazlı olsun, her topluluğun kendi parasını yaratabilmesi mümkün. Mobil cüzdanlarda yüzlerce, binlerce para birimi yer alabilir, gerektiğinde kullanılabilir veya dönüştürülebilir. İlk başta tuhaf geliyor, ama havayolu millerini veya sadakat puanlarını düşünürseniz, bu yola zaten girmiş olduğumuzu anlayacaksınız. Şirketlerin hisselerini bir para birimi olarak pazarladığı ICO’ların  (Initial Coin Offering) 2017 yılında patlaması da Birch’ün öngörüsünü doğru çıkmakta olduğunun işareti.

Akıllı telefonumuzun bizi yormadan hesaplayacağı, ödeme yapacağı, dönüştüreceği sınırsız sayıda para birimi, bugün pek hayal edemediğimiz başka bir özelliğe de sahip olacak: Bazı blockchain uygulamalarında görmeye başladığımız gibi kendi iş kurallarını ve iş akışını da içerecek. Örneğin para – para uygulaması demek belki daha doğru – bir sözleşmeye ait ödemenin hangi koşullar altında yapılacağını bilecek ve koşul geçekleştiğinde ödeme kendiliğinden gerçekleşecek.

David Birch’ün kitabının alt başlığı, “Anladığımızı düşündüğümüz para’dan, bizi anlayan para’ya.” Pek çoğumuzun nasıl çalıştığını hiçbir zaman durup düşünmediğimiz, tam olarak da anlamadığımız mevcut para sistemi yakın gelecekte bambaşka bir hal alacak, akıllı telefonlarımızda yaşayan ve hayatımızı kolaylaştıran, bugünkünden çok daha verimli yepyeni bir düzen ortaya çıkacak.

Rehine Pazarlıklarından Dersler

FBI’ın rehine pazarlıkları için geliştirdiği bir pazarlık modeli varmış. Rehine pazarlıkları, pazarlıkların kuşkusuz en zor, en riskli olanları. Filmlerde heyecanla izlediğimiz, gerilimin zirvesindeki bu ortamlarda iş gören bir model varsa, iş ve özel hayatımızı dolduran irili ufaklı pazarlıklara da faydası olacaktır mutlaka.

FBI’ın izlediği modelin adımları basit bir mantık izliyor:

  • Karşı tarafının davranışının değişmesini bekliyorsak, onları etkileyebilmeliyiz.
  • Etkilemenin yolu, güven kazanmaktan geçiyor.
  • Güven kazanacaksak, onları anladığımızı hissetmeliler.
  • Demek ki, davranışlarını, duruşlarını tasvip etmesek de empati kurabilmeliyiz.
  • Ve onları anlayabilmek, empati kurabilmek için de, önyargılarımızı bir tarafa bırakıp gerçekten dinlemeliyiz.

Mantık silsilesi buysa, listeyi sondan başa doğru uygulayacağız.

Rehine pazarlığını bilmem – Allah da bildirmesin 🙂 – ama her türlü pazarlıkta taraflar için kabul edilebilir sonuçların elde edilebilmesi için karşılıklı güvene ihtiyaç olduğu muhakkak. Önceden oluşmuş bir ilişki yoksa, pazarlık ortamının gerdiği sinirlerle güven ortamını oluşturmak çok kolay olmasa da, anahtar karşı tarafı dinlemekte saklı. Dinler gibi yapıp, kendi cevabını hazırlamaya çalışmak değil, gerçekten anlayabilmek için dinlemek. Karşı tarafı anlamak, güveni oluşturmanın yanı sıra, yeni anlaşma zeminlerine kapı da açıyor. Bir bakıyorsunuz, asıl istedikleri nispeten kolay verebileceğiniz bir tavizmiş.

Rehine pazarlık modelini anlatan makalenin linki aşağıda. Yukarıdaki kısa özette yer alan adımları, yapılan tipik hataları anlatıyor.

6 hostage negotiation techniques that will get you what you want

Tarafların her birinin kazanarak ayrıldığı pazarlıklar dilerim.

“AI is the New UI”

Bu veciz söz ilk kez 3-4 yıl önce Wired dergisinde yer alan bir röportajda edilmiş. Henüz teknoloji tam olarak tüketicilere inecek kadar olgunlaşmadığı için o noktada çok tekrarlanmasa da, bugün sık sık karşılaşacağımız bir mantraya dönüşüyor galiba. “AI is the new UI”, yapay zekanın yeni kullanıcı arayüzü olduğunu, bilgisayarlarla etkileşimimizin yeni bir evreye girdiğini vurucu ve akılda kalıcı bir şekilde ifade ediyor.

Bilgisayarların kullanıcı arayüzü anahtarlarla başladı, tek satır işleyebilen klavyelere, delikli kartlara ve alfanumerik terminallere ilerledi. 1980’lerde grafik terminaller kullanılmaya başlamıştı. O yıllarda hayatımıza girmeye başlayan pencereli, fare aracılığıyla işaretlemeye dayanan kullanıcı arayüzü, mobil cihazlarla birlikte biraz evrilse de hâlâ bizimle.

Artık kanıksadığımız, ama aslında insanoğlu için dek de doğal olmayan bu etkileşim biçiminin çok daha pratik bir alternatifi var: konuşmak. Uzay yolu filmlerinden birinde bizim tayfa geçmişe, yani günümüze seyahat eder. Adamımız Scotty, bilgisayarı kullanmak için komutunu sesli olarak verir. Çevresindekiler onu “böyle çalışmıyor” diye uyarır ve fareyi işaret eder. Farenin bir nevi mikrofon olduğunu sanan Scotty, fareyi ağzına yaklaştırır ve sesli komutunu tekrarlar. Kıssadan hisse: Sesli arayüze alışınca, grafik işaretlemeli arayüze kolay dönülmüyor.

Yapay zeka alanında son yıllardaki gelişmeler (bkz.  Siz Hala Annenizin Yapay Zekasını mı Kullanıyorsunuz?) bilgisayarcıların on yıllardır peşinde koştuğu doğal dil işleme teknolojilerini günlük kullanıma soktu. Apple Siri, Microsoft Cortana, Amazon Echo dinlediklerini kusursuzca anlayacak noktada değiller, ama popülerliklerini hızla artıracak kadar becerikliler ve beceri dağarcıklarına sürekli yeni bir şeyler ekleniyor.

“AI is the new UI” arayüzün sese dönmesi, hatta bilgisayarların konuşma dilini anlaması ile sınırlı değil. Hatta, etkileşim mutlaka sesle olacak diye bir kural da yok. Yeni arayüz, sesi bilgisayarın anlayacağı sinyallere dönüştüren bir aygıt olmanın çok ötesinde, kişisel bir asistan hatta akıl hocası olmayı vaat ediyor. Artık bilgisayarımız (bilgisayar diyorum ama, aslında genellikle cep telefonumuz ya da Amazon Echo gibi özel amaçlı cihazımız) bizi gittikçe daha iyi tanıyacak, tercihlerimizi öğrenecek, tavsiyelerde bulunacak, yapmak istediklerimizi, farklı görevleri bir orkestra şefi gibi bir araya getirerek ve karmaşıklığı gizleyerek gerçekleştirecek. İngiliz dizilerindeki gibi, leb demeden leblebiyi anlayan, bizi bizden iyi tanıyan kusursuz bir kâhya. Bilgisayarların taşıt araçlarından çamaşır makinelerine her yerde olduğunu düşünürseniz, yeni dünyanın neye benzeyeceğini tahayyül edebilirsiniz.

Bu büyük dönüşüm hızla geliyor. 3-5 yıl içerisinde bilgisayarlı pek çok sistemle etkileşimimiz farklı bir noktada olacak. Tüketiciler olarak gelişmeleri heyecanla bekleyip, telefonumuzla sohbet edebildiğimizde mutlu olmakla yetinebiliriz. Ancak kurumların bu kadar rahat olma lüksü yok. Müşterilerimizle ilişkimizin çok farklı kanallardan, farklı biçimlerde gerçekleşeceği bu cesur yeni dünyayı şimdiden tanımaya, araştırmaya başlamazsak, birkaç yıl sonra kendimizi kimseyle konuşamaz durumda bulabiliriz.

Fintek – Londra Innovate Finance Konferansı

Bankacılık, Sigortacılık, Ödeme Hizmetleri gibi alanlardaki yenilikçi teknoloji çözümlerini ve bu çözümleri üreten şirketleri sınıflandırmak için Fintek terimi kullanılıyor.  Finans sektörünün ekonomideki ağırlığı göz önüne alındığında, Fintek’in en gözde yatırım alanlarından biri olduğunu tahmin etmek zor değil. Finans sektöründeki köklü oyuncuların kullandığı teknolojinin tarihçesinin oldukça eski olması, bu alandaki yeniliklerin potansiyelini ve alana ilgiyi daha da artırıyor.

Geçtiğimiz hafta BKM (Bankalararası Kart Merkezi) Genel Müdürü Soner Canko’nun davetiyle katıldığım Innovate Finance konferansı, Fintek dünyasının gündemini yakından görmek için iyi bir fırsat oldu. Bu yazımda, konferanstan izlenimlerimi ve Fintek’teki sıcak konuları paylaşacağım.

Önce etkinliğin kendisinden başlayayım: İngilizler Fintek alanında dünya lideri olduklarını düşünüyorlar. Brexit sonrasına ilişkin endişeler, Fİntek gibi alanlardaki çalışmalara verilen önemi daha da artırmış. Etkinlik, Londra Finans sektörünün kalbi olan City’de, ortaçağlardan kalma gotik bir bina olan Guild Hall’da yapıldı ve açılışı City belediye başkanı yaptı. Meraklısına not: City, Londra belediyesinden ayrı; bu nedenle ayrı da bir başkanı var.

file-3

Konferansın yapıldığı Guild Hall

Finans sektörü, yeni yaklaşım ve çözümlerin getireceği devrimlere gebe. Sektörün geleneksel oyuncularının iş yapma biçimleri, yıllar önce kurulmuş teknoloji bazları, günümüz kullanıcısının ihtiyaç ve beklentilerini karşılamıyor. Geçmişin yükünü taşımayan yeni oyuncular, yenilikçi çözümleriyle pastadan gittikçe daha fazla pay alıyorlar. Avrupa Birliğinin 2018’de yürürlüğe girecek olan PSD2 direktifi ile bankalar hizmetlerini API’lar (programlama arayüzleri) aracılığıyla dış dünyaya açmak zorunda kalacaklar. Asıl kıyamet bundan sonra kopacak. Fintek şirkeleri, bankaların veri ve hizmetlerine ulaşarak bunları yeniden harmanlayıp kullanıcılara yeni biçimlerde ulaştırabilecek. Bankalar, Youtube, Facebook gibi şirketlerin taşıyıcısı konumuna düşen Telekom operatörlerinin kaderini paylaşmak üzere olduklarının farkındalar ve bu nedenle yeni Fintek girişimlerine büyük ilgi gösteriyorlar.

Geçen yıl konferansın yıldızı, Bitcoin’in altyapısını da oluşturan Blockchain teknolojisiymiş. Blockchain’i %100 güvenli ve güvenilir bir dağıtık veritabanı olarak düşünebilirsiniz. Bu yıl, blockchain teknolojisinin bazı uygulamalarının yavaş yavaş hayata geçtiğini görmek mümkündü. Uygulama örnekleri hala küçük, risksiz alanlarda. Teknoloji henüz büyük ölçekli uygulamaları kaldıracak olgunlukta değil.

Bu yıl ön plana çıkan tema ise Yapay Zekaydı. Güncel Yapay Zeka anlayışının temelinde büyük veri yer alıyor, finans sektöründe de büyük veriden bol bir şey yok. 🙂 Yapay Zekanın kullanım alanları, risk ve sahtekarlıkları saptamadan, davranışlarını inceleyerek müşteriyi daha iyi tanımaya ve böylece daha iyi hizmet vermeye, bugün insan eliyle yapılan çeşitli işlerin otomasyonuna kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Yapay Zeka alanında çalışan şirketlerin oturumlarına katılım talebi kapasitenin üzerindeydi.

Konferansta, bankaların iç sistemlerinin ve bankalar arası ödeme sistemlerinin yenilenmesine, güvenli sayısal kimliklere, bireyden bireye kredi uygulamalarına, yatırım ve varlık yönetimi uygulamalarına kadar pek çok farklı başlık ele alındı.

Konferansın son günü akşamında, BKM Genel Müdürü Soner Canko’nun BKM’nin son yıllarda gerçekleştirdiği yenilikleri anlattığı bir sunuma katıldım. Soner Bey’in anlattıkları, Türkiye’nin finans sektöründeki yenilikçi konumunu bir kez daha doğruladı ve dinleyiciler arasındaki tüm Türkleri gururlandırdı.

file-1

BKM Genel Müdürü Soner Canko’nun sunumu

Fintek, büyük ve genç nüfusa, sağlıklı ve rekabetçi bir finans sektörüne, uzun yıllardır faaliyetteki online bankacılık ve ödeme sistemleri yapısına sahip Türkiye için de büyük potansiyel vaat ediyor. Biz de İngiltere’nin yaptığı gibi bu alana sahip çıkmalı ve daha çok yatırım yapmalıyız.

Siz Hala Annenizin Yapay Zekasını mı Kullanıyorsunuz?

 

lrn-10-01-16-neural-networks-e1474990995824

Bilgi Teknolojilerinde Mobilite, Bulut, Büyük Veriden sonra şimdi Yapay Zeka zamanı. Tüm tedarikçiler bu alanda köşe kapma yarışında. Yapay Zeka uygulamaları çeşitli: Doğal dil algılama, görme, insansız araçlar, kişisel asistanlar… Liste uzun ve alınmaya başlanan sonuçlar etkileyici.

Yapay Zeka, Bilişimin kutsal kasesi. Ben 1980’lerde üniversitede okurken, konu yine sıcaktı. O dönemin yıldız teknolojisi, kural bazlı uzman sistemlerdi. “Annenizin yapay zekası” benzetmesiyle kast ettiğim bu teknoloji, ne yazık ki bekleneni vermedi. Yapay zeka, 1990’lardan itibaren sönümlendi ve geri plana düştü.

Umutları yeniden yeşerten, eskiden bilim kurgu olan senaryoların artık tüketicilere ulaşmasını sağlayan ise farklı bir yaklaşım: Yapay Sinir Ağları. “Derin Öğrenme” (Deep Learning) diye bilinen, Google’ın satın aldığı Deep Mind’ın Go oyunundaki tarihi zaferi ile basında geniş yer bulan teknolojinin temelinde de Yapay Sinir Ağları yatıyor.

1980’lerde ortaya çıkan ve o dönemde pek de göz doldurmayan yapay zeka yaklaşımlarından biri olan Yapay Sinir Ağları, özellikle donanım performansının zaman içinde katlanarak yükselmesi sayesinde güçlendi ve dünyayı değiştirmesi ümit edilen buluşların temeli oldu.

Fortune dergisinde yayınlanmış olan “Why Deep Learning Is Suddenly Changing Your Life” makalesi, yapay sinir ağlarının bu yolculuğunu kolay anlaşılır biçimde hikaye ediyor. Önümüzdeki dönemde gittikçe daha fazla duyacağımız bu teknolojiler hakkında bilgilenmek isteyenlere öneririm.

Why Deep Learning Is Suddenly Changing Your Life

Aylaklığa Övgü

tembel_hayvan1-300x219

Blog okurlarımın çoğunun – blog yazarınız gibi – haftada kırk saatten fazla çalıştığını tahmin ediyorum. Biz uyanık saatlerimizin çoğunu işte geçirirken, iş imkanı bulamayan milyonlar da zamanlarını çalışmadan geçirmek ve işsizliğin ağır sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyorlar.Bu düzende sizce bir tuhaflık yok mu?

“Aylaklığa Övgü” yazısında, 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden Bertrand Russel bu çelişkiye ve daha adil bir iş dağılımının yararlarına dikkat çekmiş. İşsizlere iş bulmanın, çok çalışanların yükünü azaltmanın getireceği faydalar açık .Benim altını çizmek istediğim husus ise, daha fazla boş zamanın işimize de yararı olabileceği. Sadece kendimizi daha iyi hissederiz, onun için daha verimli çalışırız demek istemiyorum. Boş zamanda yapacağımız aktiviteler – sanat, kitap okuma, yeni insanlarla tanışma – işlerimize değer katacaktır. Ama asıl yarar, beklenmediğimiz yerden, hiçbir şey yapmadığımız anlardan gelebilir.

Gerçekten yaratıcı, sizi günlük çerçevenizin dışına çıkartan fikirler ne zaman aklınıza geliyor? Harıl harıl çalışırken mi, boş boş dolanırken mi? Günlerce çözemediğiniz bir sorunun çözümünü masa başında evraklara boğulmuşken mi buluyorsunuz, yoksa duş yaparken mi?

İK yöneticimizle papaz olmamak için aylaklığa övgümü burada keseyim. 🙂 Bugünün dünyasında çalışma saatlerimizi azaltmak, hele bunu oturmuş kurumlarda yapmak, kağıt üzerinde de pratikte de pek mümkün değil korkarım. Yine de, belki arada bir suçluluk hissetmeden kendimize boş, bomboş zaman ayırmaya daha fazla özen gösterebilir ve aylaklığın nimetlerinden biraz da olsa yararlanabiliriz.

Kaynaklar:

Bertrand Russell: “Çalışmak abartılmış bir erdemdir”

In Praise of Idleness

Türk Mühendislerine Gurur Verici Ödüller

eurocloud-odulleriGeçtiğimiz hafta Bükreş’te gerçekleşen EuroCloud ödül töreni, Türk mühendisliği için bir gurur tablosuydu. Avrupa’nın 28 ülkesinden yüzlerce bulut çözümünün farklı kategorilerde katıldığı bu yarışmadan biz İnnova olarak iki ödülle döndük. Yatay çözümlerde IoT platformumuz SkyWave IoT, dikey çözümlerde ise LegaCloud Hukuk Otomasyonu ile iki kategoride üç finalist arasına girmeyi başardık. Yapılan değerlendirmede LegaCloud Avrupa’nın en iyi dikey bulut çözümü ödülünü başka bir çözümle paylaşmaya layık görüldü. SkyWave IoT Platformu ise ilk üçte kaldı, az farkla birinciliği kaçırdı. (Sadece birinci açıklanıyor, ikinci ve üçüncü seçilmiyor.)

“İşe Etkisi En Yüksek Çözüm” kategorisinde Arçelik’in yedek parça yönetim çözümüyle birinci olması, Verifone Türkiye operasyonunun ise Bulut Dönüşüm kategorisinde finalistliği, beni İnnova’nın aldığı ödüller kadar mutlu etti.

Mühendisliğimizin dünya ile rekabet edecek seviyede olduğunu hep söyler dururuz. İspatını görmek gurur veriyor ve özgüvenimizi arttırıyor. Farklı yazılarımda dile getirdiğim gibi, bu mühendislik becerimizi ne yazık ki küresel ticari başarılara dönüştürmeyi – yine yazılarımda kendimce anlatmaya çalıştığım nedenlerden ötürü – henüz başaramıyoruz. Bulut bilişim gibi oyun alanını düzleştiren teknolojilerin de yardımıyla, ticari başarıyı yakalayacağımız günlerin çok uzakta olmadığına inanıyorum.

Türk şirketlerinin bu başarısının dikkat çekmek istediğim bir başka yönü var: Bizi yıllardır Birliklerine almayan Avrupalılar, Türkiye’den çıkan iyi işleri ödüllendirmekte tereddüt etmiyorlar. Her alanda işimizi iyi yapmaya odaklanırsak, hakem taraf tuttu, rüzgar ters taraftan esti gibi mazeretlere ihtiyacımız olmayacak; zaten muhtemelen Birliğe katılmaya filan da ihtiyacımız kalmayacak. 🙂

 

 

Bulut Bilişim Artık Ana Akım

clouds

Kurumsal bilişim mimarileri buluta geçecek, geçiyor derken; geçmiş bile. McKinsey’nin ekteki çalışmasına göre 2015’deki kullanım oranları oldukça yüksek, 2018’de ise bulut dışı “geleneksel” mimarideki çözümler azınlığa düşüyor.

Kurumsal teknolojilerdeki tüm yeniliklerde olduğu gibi, bu akımın öncüsü de büyük şirketler. Ancak, bulut küçük/orta boy şirketler için çok anlamlı ve eminim kısa sürede bu segmentteki penetrasyon, büyükleri de geçecek.

Bu dönüşüm, sadece kullanıcı kurumları değil, sektördeki tüm oyuncuları – ana şirketleri, dağıtıcıları, değer katan satıcıları, danışmanları, vb – temelden etkileyecek. Hazırlanamayanlar silinecek, “aracı” rolde olanlar iyice sıkışacak.

McKinsey araştırması yurtdışında yapılmış; Türkiye’deki gidişatın da daha farklı olmayacağını söylemek mümkün. Ülkemizdeki kullanım oranları herhâlde biraz geriden gelecek, ama küçük bir faz farkıyla ana dönüşüm bizde de gerçekleşecek. Kapsamlı bir araştırma pek yok bildiğim kadarıyla, ancak gözlemler bu saptamayı doğrular nitelikte.

Temel teknolojileri, büyük veri merkezlerini ve dünya çapında yaygın kullanılan uygulamaları kendisi üretmeyen bir ülke olarak bizim için riskler sadece sektör oyuncuları için değil, ülkenin stratejik güvenliği ve ekonomik geleceğiyle de ilgili. Vakit geçirmeden gelişmeleri iyi analiz etmek, kapsamlı bir hazırlık yapmak gerekli.

İlgili yazının linki:

IT as a service: From build to consume

İlgili yazım:

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Bulut Bilişim

Kullandığım fotograf benimdir, bu arada. 🙂