Yves Morieux: As work gets more complex, 6 rules to simplify

Yöneticiler, karmaşıklaşan pazar koşullarına; yeni kural ve süreçler belirleyerek, organizasyona yeni katmanlar ekleyerek cevap veriyorlar.  Bu çabalar çoğu zaman istenilen verimliliği sağlayamadığı gibi, çalışanları da memnuniyetsiz kılıyor.

BCG danışmanlık firması ortağı Yves Morieux, ektekiTED konuşmasında farklı bir yaklaşım öneriyor.  Ben fikirlerini kendi tecrübemle uyumlu buldum.  Bakalım siz ne düşüneceksiniz?

Yves Morieux: As work gets more complex, 6 rules to simplify

Teknolojide Gerçek Devrim: Nesnelerin İnterneti, Büyük Veri ve Bulut Bilişimin Kesişimi

nestBundan önceki üç yazımda, bilgi teknolojilerindeki üç önemli gelişmeyi ele almıştım: Nesnelerin İnterneti, Büyük Veri ve Bulut Bilişim.  Her biri devrim niteliğindeki bu gelişmeler birbirlerini destekliyor ve hızlandırıyor.  Üçünün kesişimi, bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz senaryoların sonunda gerçeğe döneceği günleri yaklaştırıyor.  Bu yazımda,  bu teknolojilerin kesişiminin bize sunduğu yeni olanakları kısaca ele almak ve bu üçlü arasındaki etkileşimi vurgulamak istedim.

İki senaryo örneği vererek başlayacağım.  Birinci örnekte, evinizin termostatı, sizin yaşam alışkanlıklarınızı takip ediyor ve öğreniyor, bunu farklı saatlerdeki enerji fiyatları gibi bilgiler ile harmanlayarak, sizin bir şey yapmanıza gerek kalmadan, evinizi her saatte en uygun sıcaklıkta tutuyor.  İkinci örnekte ise, sabah 08:00’deki uçağınıza yetişmek için alarmını 05:00’e ayarladığınız telefonunuz, uçak rezervasyonunuz olduğunu sizden habersiz akıl ediyor, uçağın kalkış saatindeki rötarı öğrenip, uyanma saatinizde size bildiriyor.

Bu iki senaryonun ikisi de gerçek.  Birincisi Nest’in akıllı termostatı, ikincisi ise Google Now.  İki senaryo da çok basit görünse de, perde arkasında devrimin üç silahşörlerinin yoğun mesaisi var: Termostat, nesnelerin internetinin bir örneği.  Isı tercihlerinizi buluta gönderiyor.  Bulutta size ait bilgiler, çok sayıda başka kullanıcının kullanım bilgileri ile harmanlanarak, size özel program oluşuyor.   Google Now örneğinde de, bulutta yer alan bilgilerinizi – elektronik postalarınız, rezervasyonlarınız – tarayan uygulama, uçağınız olduğunu anlıyor ve bu bilgiyi ve alınacak aksiyonları size özelleştiriyor.

Bu heyecan verici uygulamalara proaktif ya da öngörülü uygulamalar demek mümkün.  Artık bilgisayardan ne istediğinizi net olarak ortaya koymanız şart değil.  Bilgisayar, daha doğrusu buluttaki uygulamalar, size özel bilgileri büyük veriden damıtılmış akılla şekillendiriyor, sizin bir şey yapmanıza gerek olmadan proaktif olarak aksiyon alıyor.

Bu denklem bir kere kurulduktan sonra yapılabilecekler neredeyse sonsuz.   Seyahate çıkacağınızı ve evin  boş kalacağını anlayan bulut uygulamaları, termostatı, evin güvenliğini, enerji harcamasını sizin müdahaleniz olmadan doğru şekilde ayarlayabilir.  Trafiğin sıkışık olduğunu anlayan ve boş park yerlerinin azaldığını gören uygulamalar, sizi 15 dakika erken uyandırabilir.

Bu basite indirgenmiş senaryolar olmasa da olur dediğinizi duyar gibi oluyorum.   Günlük yaşamımızda neyin işe yarar, neyin sinir bozucu olduğunu tercihlerimizle belirleyeceğiz.  Bu teknolojilerin ve büyük verinin anında işlenerek özelleştirilmesine dayanan proaktif uygulamaların asıl önemli katkıları, sağlık, enerji, eğitim, güvenlik, tarım gibi yaşamsal alanlarda olacak.   Alarmım erken çalmayı akıl etmese de olur, ama yaşamsal verilerimi sürekli gözleyen, bu verileri büyük veriden elde edilmiş istatistiki akılla yorumlayarak sağlığımı yönlendiren, acil durumda daha ben farkına varmadan doktorumu çağıran uygulamalara her zaman kapım açık. 🙂

Bilgi teknolojilerinin bu yeni gücü, iş dünyasının her alanına hızla yayılacak.  İnternet’in yaygınlaşma dalgasında olduğu gibi, yeni dünyaya ayak uyduranlar için yepyeni fırsatlar doğacak; ayak sürüyenlerse geride kalacaklar.  Bireyler, işletmeler ve ülke olarak stratejimizi geciktirmeden oluşturmalı ve kazanan tarafta yerimizi almalıyız.

Bu serideki diğer yazılar:

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Bulut Bilişim

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Nesnelerin İnterneti

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Büyük Veri

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Bulut Bilişim

Önceki iki yazımda, bilgi teknolojisinde devrimsel nitelikte iki gelişmeden söz ettim: Nesnelerin İnterneti ve Büyük Veri.  Bu yazıda sıra Bulut Bilişime geldi.

Elektriğimizi, doğal gazımızı ve suyumuzu kendimiz üretmiyoruz.  Balkonlarımızda elektrik santrallerimiz, bahçelerimizde artezyen kuyularımız ve artıma tesislerimiz yok.  Bu karmaşık ve riskli teknolojileri kendimizden olabildiğince uzak tutuyoruz ve uzmanlaşmış kadroların yönettiği dev ortak tesislerden makul maliyetlerle hizmet alıyoruz.  Peki neden hala şirketlerimizde ve evlerimizde kendi bilişim sistemlerimizi ayakta tutmakla uğraşıyoruz?

Bu sorunun yanıtı, büyük ölçekli bilişim hizmet merkezlerinin ve bunlara ulaşmamızı sağlayacak şebekelerin eksikliğinde yatıyordu.   Birileri elektrik santralini inşa edip hizmete açmadan, dağıtım şebekesini de kurmadan önce kendi elektriğinizi üretmekten başka seçeneğiniz yoktu.  Son on yılda internetin popülerliği sayesinde çok yüksek kapasiteli, uygun maliyetli veri ağları yaygınlaştı ve ücreti karşılığı herkese hizmet veren büyük veri merkezleri kurulmaya başlandı.

Ortak şebeke üzerinden elektrik alır gibi bilişim hizmeti almaya, yani uzakta olan bilişim kaynaklarına (sunucular, depolama üniteleri, vb) erişerek bu ortak kaynaklardan yararlanmaya Bulut Bilişim deniyor.  Terimin kaynağı, şemalarda internetin bir bulut olarak çizilmesi, hizmet aldığınız veri merkezinin de internette bir yerlerde, yani bulutta yer alması.  Bulut Bilişim adı yeni koyulmuş olsa da, önceki yazılarımda ele aldığım diğer gelişmeler gibi bulut bilişim fikri de yeni değil; ama Bulut Bilişimin günlük hayatımıza girebilmesi için çok hızlı iletişim altyapılarının ve birim maliyetlerin iyice düştüğü dev veri merkezlerinin yaygınlaşmasını beklememiz gerekti.

Bulut Bilişimi öncelikle bireyler olarak kullanmaya başladık.  Bu yazının okuyucularının hemen hepsinin gmail benzeri bir hizmet kullandığından eminim, örneğin.  Sonra küçük işletmeler müşteri ilişkileri yönetimi, proje yönetimi gibi bazı verimlilik uygulamalarını bulut üzerinden hizmet olarak kullanmaya başladı.  Model kendini kanıtladıkça, kendi veri merkezlerine sahip büyük kuruluşlar da dahil olmak üzere Bulut Bilişimi herkes planlarına aldı.

Bulut Bilişimin cazibesini anlamak için elektrik santrali benzetmesine dönmek yeterli.  Küçük bir işletmenin kendi sunucu ve depolama ünitelerini alması, bunlar için uygun fiziksel barındırma koşullarını sağlaması, işletmesi, bakımını sağlaması, eskidikçe yenilemesi, arızalara karşı yedeklemesi büyük bir maliyet ve çaba.  Bu kadar uğraşmak ve masrafa girmek yerine, aylık bir ücret ödeyerek internet üzerinden işini halletmeyi kim istemez?

Bulut Bilişimin son yıllarda sıkça konuşulan bir başka konu olan mobilite ile yakından ilişkisi var.  Artık işlerimizi kişisel bilgisayarlarımızdan yapmak bize yetmiyor.  Akıllı telefonumuz ve tabletimiz üzerinden de aynı veriye ve uygulamalara erişmek istiyoruz.  Bulut Bilişim bu talep için biçilmiş kaftan:  Veri ve uygulama zaten internette bir merkezde.  İster kişisel bilgisayardan erişin, ister cep telefonundan.

Bulut Bilişim, çok yüksek hacimli bilişim kaynaklarını erişilebilir kıldı.  Bırakın satın almayı, bakım maliyetini bile ödeyemeyeceğiniz ölçekte sunucu ve depolama kaynağını kredi kartınızla birkaç saatliğine kiralayıp kullanabiliyorsunuz.  Bulut Bilişim böylece hem girişimcilerin hem de büyük bilgi işlem kaynaklarına ihtiyacı olan bilimsel araştırmaların önünü açtı.

Bu gelişmeler bireyler, şirketler ve belki de tüm insanlık için çığır açan nitelikte fırsatlar içerse de, kamu ve özel sektör kuruluşlarının operasyonlarının ve bireylerin günlük hayatlarının belkemiğini oluşturan bilişim altyapılarını  bulutların ötesindeki birilerine emanet etmenin azımsanamayacak riskleri var.  Benzer riskler elektrik, su, doğalgaz şebekelerinde de olduğu için bu altyapıları uzun süre kamu kurmuş ve işletmiş, sonra da sıkı regülasyon ve denetimler altında özel sektöre aktarmış.  Bulut Bilişim ise, özel sektör girişimciliği ve serbest pazar dinamikleri ile gelişiyor.

Uluslararası iletişim şebekeleri sayesinde, Bulut Bilişimde ülke sınırları geçerli değil.  Bunun farkında olan Google, Microsoft gibi büyük şirketler, stratejik konumlara yerleştirdikleri az sayıda dev veri merkezinden tüm dünyaya hizmet vermeye talipler.  Ölçek ekonomileri sayesinde bu devlere rekabet etmek hiç kolay değil, zaman içerisinde belki de imkansız olacak.

Bireyler ve işletmeler açısından bakıldığında, ucuz ve kaliteli bilişim hizmeti karşılığında mahremiyet zaaflarına ve bazı risklere belki katlanılabilir.  Ancak ulusal açıdan bakıldığında durum böyle değil.  Kış aylarında doğalgazı kesilen Ukrayna durumuna düşmemek , kritik bilgilerin mahremiyetini riske atmamak için, Türkiye’nin Bulut Bilişimin etkilerini çok iyi düşünmesi ve özellikle veri merkezlerine ilişkin stratejisini bir an önce oluşturması gerekli.  Bu konu bence en az ülkemizin enerji politikası kadar kritik ve öncelikli.

Aşağıdaki sunumda, İşletmenizi bulut bilişime hazırlamanıza yardımcı olacak basit bir yol haritasını bulabilirsiniz.

 

Bu serideki diğer yazılar:

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Nesnelerin İnterneti

Teknolojide Yeniden Devrim Zamanı: Büyük Veri

Sony Nex-7 İçin İlk Sabit Objektifim – İzlenimler ve Fotoğraflar

NYC & New Orleans May 2013, a set on Flickr.

Sony Nex makinelere ilişkin en sık dile getirilen eleştiri, objektif seçeneklerinin sınırlı olması. Ancak makinelerin popülerliği bu dezavantajı yavaş yavaş ortadan kaldırıyor ve objektif seçenekleri gittikçe çeşitleniyor.

New York'ta duvarlar renkli

Nex makinelerin objektif tipinin adı “E-mount.” Adaptörler aracılığıyla farklı objektifler de kullanılabiliyor ve seçenekler böylece daha da zenginleşiyor. Aslında, Sony ve diğer üreticilerin piyasaya sürmüş oldukları E-mount objektifler temel ihtiyaçlar için fazlasıyla yeterli diye düşünüyorum. Olumlu tarafından bakacak olursak, benim gibi amatör bir fotografçı için seçeneğin çok fazla olmaması uzun karşılaştırmalar arasında boğulmamak anlamına da geliyor.

LOVE

Nex-7 makinemi aldığımdan beri üzerindeki 18-55 kit objektifi kullanıyordum. Bu objektifin hissettiğim en önemli eksikliği oldukça yavaş olmasıydı. İlk sabit objektif olarak Sony’nin geçen yıl sonunda piyasaya çıkardığı 35mm f1.8’i seçtim. APS-C formatında 35mm, full frame formatta 52mm’ye denk geliyor. 50mm civarı da çıplak gözün gördüğüne eşdeğer bir görüntü sağlıyor.

New Orleans

Mayıs ayında bir ABD seyahatim oldu ve bu seyahatte olabildiğince bu objektifi kullanmaya çalıştım. Benim – uzmanlıktan uzak – görüşüm, objektifin netliğinin ve renklerinin başarılı olduğu yönünde. Hızlı olması loş ortamlarda işe yarıyor gerçekten. Yazıya bir kaç örnek serpiştirdim; bunlara ve aşağıdaki linkten resimlere ulaşıp kendi görüşünüzü oluşturabilirsiniz. Fotoğrafların RAW çekilip Lightroom’dan geçirilmiş olduğunu da belirteyim.

New Orleans çiçek dolu

Uzun zamandır hep zoom objektiflerle çekim yapıyordum ve sabit objektifin kısıtlayıcı olabileceğini düşünüyordum. Belki bu uzunluk çok kullanışlı olduğu için, beklediğim kadar kısıtlanmadım. Gezi fotoğrafları çekerken özellikle geniş açıyı aradığım oldu; ama çoğu zaman bacaklarınızı kullanarak kadrajı ayarlamak mümkün oluyor. 🙂 Lise yıllarında babamın 50mm Voigtlander makinesini devralmıştım; o günlere geri dönmüş gibi oldum. Sabit objektifle çekim yapmanın bir nevi disiplin kazandırdığını, çevreye daha farklı bakmanızı sağladığını da gözlemledim.

New York'ta sadece gökdelenler yok

Bundan sonraki hedef, geniş açı bir objektif edinmek. Umarım yakında planımı gerçekleştirip yeni fotoğraflar paylaşırım.

Tüm fotografçılara selamlar!

Fotoğraflara erişmek için link: NYC & New Orleans May 2013

Yeni Teknolojileri Pazarda Hakim Kılan Koşullar

Bugün sizlerle BusinessWeek dergisinden bir yazı paylaşmak istiyorum.

BusinessWeek, çok uzun süredir her hafta takip ettiğim bir dergi.  İş dünyasında neler olup bittiğini bu kadar iyi kapsayan başka bir yayın bilmiyorum.  Teknolojiye çok yer veriyorlar, bu da benim işime geliyor.  Dergi, Bloomberg satın aldıktan sonra yorum yapmada da daha cesur olmaya başladı.  Ben alışkanlıkla esasen uluslararası dergiyi takip ediyorum, ama BusinessWeek Türkiye de çok başarılı.

Paylaştığım yazı, yeni bir teknolojinin pazarda hakim olabilmesi için üç koşulun birden yerine gelmesi gerektiğini söylüyor:

1. Alışkanlıkları değiştirmeye değecek kadar basit ve güvenilir olması

2. İlk pazarı oluşturabilmek için bol harcamalı, cesur, hatta sansasyonel bir lansman yapılması

3. Standartları oluşturacak, yetkilendirilmiş bir kurumun varlığı

Hayatımıza girmeyi başarmış teknolojilere baktığımızda, bu koşulların tümünün yerine gelmiş olduğunu görüyoruz.  Yazıda verilen iki örnek, kredi kartları ve barkod.  Buna interneti ve GSM telefonları eklemek de mümkün.  Aynı şekilde, mobil ödemenin neden hâlâ yaygınlaşamadığını da bu 3’lü test ile açıklayabiliyoruz.

3’lü testin, daha niş alanlardaki teknolojilerin yaygınlaşmasını tahmin etmekte de yararlı olacağını düşünüyorum.  Örneğin, yeni bir bankacılık kanalının, ya da belli bir endüstrideki yeni bir uygulamanın her yeri sarıp sarmayacağını, zamanının gelip gelmediğini anlamak için bu üç koşulun gerçekleşmesini izleyebiliriz.  Geleceği tahmin etmek gibi zor bir zanaatte bize yardımcı olabilecek bir araç…

How the Bar Code Took Over the World

Ortadoğu’da Bıyık Ektirme Operasyonları Yaygınlaşıyormuş

Blogumda genel olarak işlediğim konuların epeyce dışında olsa da, bunu paylaşmadan duramadım.  Ekteki makale, sosyologlar için bir cevher niteliğinde olsa gerek.  Bir Türk doktoru, ayda 60 operasyon gerçekleştirdiğini söylemiş.  Hastaların kaçı Türk, kaçı Arap belli değil, ancak Türkiye’de bıyıklı olmanın estetikten öte yararları olduğu da muhakkak.

Makale, bıyık popülerliğinin nedenleri arasında bıyıklı liderlerin yanı sıra, Türk dizilerindeki jönlerin bıyıklarını da sayıyor…

Mustache Implants On The Rise In Middle East As Men Seek To Emulate Famous Arab Figures

Pazarlık Stratejisi: Fiyatı İlk Söyleyen Taraf Olmak Avantajlı mı?

Pazardan domates alırken, yeni bir iş teklifinin ücret paketini görüşürken, bir satışın sözleşme koşullarını müzakere ederken veya savaş sonrası mütareke yaparken hep pazarlık söz konusu.   İş ve özel hayatımız pazarlıklar üzerine kurulmuşken ve pazarlıkların sonuçları bazen ülkelerin geleceğini belirlerken, pazarlık stratejilerine kafa yormakta yarar var.

Pazarlıkta amacın iki tarafın da masadan memnun ayrılması olduğu söylenir.  Evet, sonucun adil olmasını ve karşı tarafın da haklarının gözetilmesini istiyoruz; ama bu arada kendi pozisyonumuzu maksimize edebilirsek fena olmaz herhalde.  Bu maksimizasyona giden yol, pazarlığın ilk adımı olan ilk bildirimle başlıyor.   Pazarlığın başlayabilmesi için, taraflardan birinin fiyat söyleyerek pazarlığı “açması” gerekir.   Pazarlığı açan biz mi olalım, yoksa ilk hamleyi karşı taraftan mı bekleyelim?  Karşı tarafın elini görmeden ilk bildirimi yaparsak, kendimizi gereksiz yere kendi varsayımlarımıza kısıtlamış mı oluruz?

Gözlemim, daha az deneyimli veya çalışmaya daha az yatkın olanların açılışı genellikle karşı tarafa bıraktıkları yönünde.  Böyle davranarak kendilerini dezavantajlı pozisyona koyduklarının farkında değiller, ne yazık ki.  Pazarlığı açan, bu açılışla bir çerçeve çizmiş oluyor ve sonraki görüşmelerin yönünü belirliyor.  Özellikle karşı taraf tecrübeli ve hazırlıklı değilse, pazarlık, ortaya ilk koyulan koşullar etrafında oluşuyor.  Karşı taraf bu koşullardan taviz aldığında kendisini başarılı addediyor.

Burada önemli kural, açılışta bildirdiğiniz koşulların makul zeminde olması.  100TL’lik bir ürüne 1000TL isteyerek pazarlığı açmak belki karşı tarafın pazarlık masasına oturmaması sonucunu doğuracak; en azından iyi niyetiniz sorgulanacak.  Farkın bu kadar belirgin olmasına da gerek yok.  Kapalı Çarşı usulü pazarlıktan uzak durmakta, pazarlığı makul sınırlar içerisinde tutmakta ilişkinin geleceği açısından da yarar var.

Peki, pazarlık edilen konuda yeterli bilginiz yoksa, yani makul koşulların ne olduğunu bilmiyorsanız ne yapmalısınız?  İlk defa aldığınız bir ürün veya hizmette durum çoğu zaman böyle.  Bu durumda ne yazık ki çareniz yok; ilk hareketi karşı taraftan bekleyeceksiniz.  Ancak daha akıllı strateji, pazarlık öncesi araştırma yapıp bilgi eksikliğini gidermek ve masaya hazırlıklı gelmek. 

Bilim adamları yememişler içmemişler, ilk açılışı yapma stratejisinin neden işe yaradığını araştırmışlar.  Cevabı, aşağıdaki makalede.

When to Make the First Offer in Negotiations

Kim Kardashian’ın İletişim Mucizesinden Dersler

Kardashian deyince dikkat kesildiniz, değil mi?  Kim Kardashian bildiğim kadarıyla bizim işten anladığımız manada pek bir iş yapmıyor, topluma büyük bir katkısı da yok.  Güzellikse, dünyadaki tek veya en güzel kadın da değil; ama Los Angeles’den Türkiye’ye, hepimiz ismini biliyoruz, dahası, ismini gördüğümüzde merak edip şöyle bir bakmadan geçmiyoruz.   Bu bir iletişim mucizesi ve hepimiz için çıkartabileceğimiz dersler içeriyor.

Ekteki makale, muzip bir dille bu dersleri anlatıyor.  Önemli gördükleri mi aşağıda özetliyorum; makalenin orijinalini okumanızı her koşulda öneririm:

  1. Sunduğunuz temel değerin farkına varın ve bunu vurgulamaktan çekinmeyin.   Sunumunuzu dinleyicilerinizi uyutacak bilgi ve detaylarla doldurmayın.  Hitap ettiğiniz kitleye ne değer öneriyorsunuz?  Bunu iyi saptayın, olabildiğince yalınlaştırın, her fırsatta vurgulayın.
  2. Mesajınızı her kanaldan ve sürekli verin.  Özellikle günümüzün mesaj bombardımanlı dünyasında, örneğin şirket içi yeni bir uygulamayı bir elektronik postayla duyurmak ve insanların gerekli mesajı almalarını beklemek gerçekçi değil.   Aklınıza gelen her kanalı kullanın: Posterler yapın, eşe dosta haber verin, küçük bir parti organize edin, video yayınlayın ve herkes mesajı alana kadar durmayın.
  3. Sponsorlarınızı saptayın, gerekli kaynakları vermeleri için ne gerekiyorsa yapın.  Kim Kardashian’ın sponsorları kıyafetlerini, seyahatlerini sağlıyorlar.  Sizin sponsorlarınız da size işlerinizi, projelerinizi yapmak için gerekli kaynakları sağlayacaklar.  Bu para olmak zorunda değil; farklı ekiplerdeki çalışanların zamanları, belli tesislerin kullanımı, tecrübeli bir yönetici veya uzmanla haftada bir saat konuşabilme fırsatı; bunlar hep sponsorlar yoluyla elde edebileceğiniz kaynaklar.
  4. Duruşunuzu belirleyin ve sağlam durun.  Kim Kardashian başarısını mahcup davranarak elde etmedi, değil mi?
  5. Başka “marka”larla işbirliği yapın.  Şirket içinde farklı birimlerin hedeflerinin birbirilerini nasıl destekleyeceğine kafa yorun; başka şirketlerle güç birliği modelleri oluşturun.
  6. Her zaman güzel olun.  Tamam, Kim güzel kadın; ama makyajsız da ortalarda dolaşmıyor.   Siz de giyiminize, ürettiğiniz dokümanların, hazırlandığınız sunumların, masanızın görüntüsüne önem verin.  Detaylar etkileyicidir; detaylara özen gösterin.
  7. Mesajınızı ve değerlerinizi yaşayın.  Söylediklerinizden çok, yaptıklarınızla (ve yapmadıklarınızla) algı oluşturacaksınız.
  8. Etki alanınızın sınırlarının farkında olun.  Kim Kardashian bilgisayar mimarileri üzerine ahkam kesmiyor; siz de uzmanlık alanlarınıza odaklanın, anlamadığınız alanlarda ortaya çıkıp itibarınızı zedelemeyin.

Kim Kardashian örneğine bakın ve iletişimin önemini anlayın; işinizin, projelerinizin, kendi “marka”nızın iletişim stratejisini oluşturun.

Makalenin orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz:

Management Maxims From Kim Kardashian, Communications Genius

Başlarken…

Sonunda ben de bir blog tutmaya karar verdim.

Okuduğum makaleleri, görüş ve izlenimlerimi, yaptığım sunumları ve yazdığım yazıları bu blog üzerinden paylaşmayı planlıyorum.

Niyetim, kendi yazılarımla olmasa bile sıkça güncellemek.  Herhalde herkes bu idealizmle yola çıkıyor; umarım gerisini getirebilirim.

Daha çok iş dünyası, yönetim, teknoloji, özellikle de bilişim üzerine yazarım diye düşünüyorum.  Çektiğim fotografları, dinlediğim podcast ve müzikleri, okuduğum kitapları, kısacası tükettiğim kültürel malzemeleri de ekleyeceğim.

Görüşmek dileğiyle;