Çin İzlenimleri – 5: Shangai

Beş saat gecikmeli uçak yolculuğumuzdan sonra akşam saatlerinde Shangai’a vasıl olduk.

Shangai dev bir şehir. 25 milyon insan yaşıyor ve yoğun yapılaşma havalimanından itibaren başlıyor. Her yer yüksek binalarla dolu. Bu kadar insanı taşıyabilmek için şehrin büyük bölümünü kat eden yükseltilmiş yollar var. Trafik felaket. Havalimanından şehre giderken, bütün bu faktörler, bir de bulutlu ve puslu hava,  Gotham City gibi bir izlenim bıraktı bende.

Shangai dünyanın en yoğun konteyner limanı. Meşhur Yangze nehrinden gelen mallar buradan dünyaya sevk ediliyor. Aynı zamanda Çin’in ilk Batılılaşmış şehri. İngilizler Afyon savaşları sonrası burayı serbest ticaret bölgesine çevirmiş. İngiliz, Amerikalı ve Fransızların burada kolonileri varmış. Nehrin kıyısındaki Bund bölgesi, Avrupa stilindeki binaları ile bu döneme tanıklık ediyor.

İnanması güç, ama bu manzara Shangai'dan.

İnanması güç, ama bu manzara Shangai’dan.

Son yıllarda çok sayıda gökdelen yapılmış. Uluslararası şirketlerin kendi binaları var. Çin ile iş yapmak isteyenlerin birinci adresi Shangai, belli ki.

Şehir, Schenzen’den farklı olarak daha fazla karakter sahibi. Hissedebildiğim kadarıyla, bu oldukça özgün, kozmopolit bir karakter. Batılı yönü baskın, ama Çin’in etkilerini taşıyan bir batılılık.

Modern bir büyük şehirden bekleyeceğiniz gibi, şehrin merkezinde parklar, şık alışveriş bölgeleri, bizim İstiklal Caddesini hatırlatan büyük yaya caddeleri, büyük kamu binaları var. Çin tarihini yansıtan eser ise pek az. Öyle ki, turistler gezecek yer bulsun diye eski tarz mimaride bir mahalle yapmışlar ve turistik dükkanlarla doldurmuşlar. Biz oradayken, turistlerin çoğu Çinliydi.

Shangai’da sokakta yürümek kolay değil. İki adımda bir birileri size yaklaşıp elindeki kataloğu gösterip bir şeyler satmaya çalışıyor. Pazarlanan portföy hep aynı: Saat, çanta ve bunlara ilgi göstermezseniz son koz olarak masaj.

Shangai ziyaretimizin bizim açımızdan en heyecan verici anısı, bilişim sektörünün efsanelerinden Dr. Leonard Liu ile tanışmamız oldu. Leonard’ın babası, Çan Kay Şek’in kabinesindeymiş. Komünist güçlere yenildikten sonra Taiwan’a kaçmışlar. Leonard, Princeton Üniversitesinde doktora yapmış ve ABD’de kalmış. IBM’de SQL’i yazan ekibin başındaymış, IBM arge birimini kurmuş. Sonra Taiwan’a dönmüş,  Acer ve başka şirketleri yönetmiş. Çin dünyaya açıldıktan sonra da anavatanına dönmüş ve 70’li yaşlarında olmasına rağmen ABD’ye iş yapan bir yazılım şirketi kurmuş, şirketi 1000 kişiye getirmiş. Bu şirketi Çin yazılım endüstrisi için bir okul olarak konumluyor ve Çin’i yazılımda da birinci lige taşımayı hedefliyor. Anladığım kadarıyla Leonard gibi ABD ve Taiwan’da dünya çapında başarı kazanmış pek çok Çinli yönetici, anavatana dönüyor ve bunu milli bir görev olarak algılıyor.

Leonard 75 yaşında, ama bizden genç duruyor maşallah.

Leonard 75 yaşında, ama bizden genç duruyor maşallah.

Leonard ile uzun bir öğlen yemeği yedik, tesadüfen çeşitli ortak noktalarımız olduğunu keşfettik ve Çin bilişim sektörünü belki bir nebze daha anladık. Bu izlenimlerimi dizinin son yazısında paylaşacağım.

Yarın: Beijing ve Son İzlenimler

Çin İzlenimleri – 4: Shenzen – Shangai Uçak Yolculuğu

Schenzen – Shangai uçak yolculuğu, biraz zahmetli, ama bir o kadar da öğretici oldu.

Önce havalimanından başlayayım. Çin’de gittiğimiz dört büyük şehrin her birinin yeni, modern ve çok büyük havalimanları vardı. Schenzen havalimanı bir uçak şeklinde inşa edilmiş. Uçak formunu, binanın üzerine giydirilmiş, alüminyum olduğunu sandığım bir kabuk veriyor. Bu kabuktaki delikler gün ışığının aşağıya ulaşmasını sağlıyor. İç mekânda taşıyıcılar az sayıda ve binanın içinde büyük bir yekpare hacim var.

Schenzen Havalimanı

Schenzen Havalimanı

 

 

 

Schenzen Havalimanı İçi

Schenzen Havalimanı İçi

Havalimanına giderken, Çin’de iç hat uçuşlarında gecikmelerin sık görüldüğünü söylemişlerdi. Ne yazık ki dedikleri gibi oldu. Terminalde üç saat, uçağın içinde iki saat bekledik. Bekleyiş can sıkıcıydı tabii, ama bana kendimce bazı sosyolojik gözlemler yapma şansı verdi. İşte bu gözlemlerin bazıları:

İki saatlik uçuşta beş saat gecikme şaşırtıcı. Ama beni asıl şaşırtan havayolu personeli ve yolcuların davranışları oldu. Gecikmenin nedeni ve süresi ile ilgili kimse bir açıklama yapmadı, özür dilemedi. Daha ilginci, yolculardan kimse durumu sorgulamadı, şikayet etmedi, görevlilere bir şey söylemedi. Bu kabullenmenin altında, Çin’in komünist geçmişi mi, imparatorluk geleneğimi, tevekkül tavsiye eden felsefeleri mi ya da başka bir şey mi yatıyor sorusunun cevabını profesyonel sosyologlara bırakıyorum. 🙂

Peki yolcular uslu uslu beklerken ne yapıyordu? Hemen hepsi, elindeki akıllı telefona gömülmüştü. Tüm dünya akıllı cihazlara bağlanmış durumda, ama ben böyle şey görmedim. Kimse birbiri ile konuşmuyor. Gazete okuyan yok, kitap okuyan az. Uçağın içinde beklerken görebildiğim yolcuların resmini çekmeye çalıştım, abartmadığımı görebilin diye.

airplane

Yolcular ve telefonları

 

Gecikmenin nedenini öğrendiğimde Çin’i biraz daha iyi anladım. Çin’de hava sahasının büyük çoğunluğu askerlerin kontrolündeymiş. Hava sahasının sivil havacılığa açık %25’i hızlı artan hava trafiğine dar geliyormuş. Üstelik, askerler akıllarına estikçe değişiklik yapıyor, açık sektörleri kapatabiliyormuş.

Bu durum, Çin’in devlet kontrollü ve güdümlü modeli için de bir metafor sanki. Günlük hayatta devletin elini görmüyorsunuz, ama arka planda her şeye yön veriyor. Halk da bunu bildiği ve kabullendiği için sesini çıkartmıyor, ya da çıkartamıyor.

Çin devletinin koyduğu sınırları en kolay gördüğünüz yer internet. Facebook yok, Google uygulamaları ve arama motoru yok, WordPress yok, hatta Dropbox yok. Hong Kong, Schenzen ve Shangai’da bunlara VPN yoluyla erişiyordum. Başkente gelince, VPN trafiği de engellendi. İşte blog yazımı geç yayınlamamın nedeni de budur. 🙂

Yarın: Shangai

Çin İzlenimleri – 3: Çinli Bir Bilgi Teknolojisi Üreticisi

Schenzen’deki günümüzü Çin’in büyük bir bilgi teknolojisi üreticisi ile geçirdik. Çinliler, bilgi teknolojisinde çok gerilerden geldiler. İlk adımları, Batı menşeli ürünlere “benzeterek” ürün geliştirme oldu. Bu “benzetme” işini abarttıkları için birçok fikri mülkiyet davası açıldı, bir kısmını kaybettiler. Zaman içinde bir sonraki aşamaya geçmeyi ve kendi tasarımlarını yapmayı başardılar. Artık, öncü ürünler yaratan, dünya pazarının önemli bölümünü elde tutan konumdalar.

Ölçekler burada da şaşırtıcı: ziyaret ettiğimiz kampüste 70,000 çalışan var.  Büyüklüğü 400 futbol sahası kadar. Kampüs özenle tasarlanmış – ABD şirketlerinin yeşillikler içindeki kampüslerinden aşağı kalır yanı yok. Binalar farklı tarzlarda tasarlanmış. Kendi hastaneleri, spor salonları, misafirhaneleri ve 3,000 çalışan için lojmanları var. 5 yıldızlı bir otelin inşaatına da başlamışlar. Kampüsün bazı köşeleri gerçekten güzel ve huzur verici.

Kampüsten bir görünüm

Kampüsten bir görünüm

Bizimki gibi ziyaretleri, müşteri/çözüm ortağı ilişkilerinin önemli bir parçası olarak görüyorlar ve iyi hazırlanmışlar. Bu amaca yönelik şık binaları, özel yemek salonları, farklı seviyelerde brifing verdikleri sergi alanları, toplantı odaları var. İngilizce konuşan genç bir çalışanlarını bize mihmandar olarak atamışlardı. Tüm gün boyunca bizimle oldu, her ihtiyacımızla ilgilendi. Bir program dahilinde, ilgilendiğimiz konularla ilgili uzmanlar ve yöneticiler bilgi verdiler.

Mihmandarımız James ile

Mihmandarımız James ile

Çalışanların çok büyük bölümü Çinli olsa da, uluslararası bir şirket olmayı başarmışlar. Yönetim kademeleri de dahil, farklı görevlerde çalışan yabancı uzmanlar var. “Benzetmeci” günleri geride bırakmak için araştırma geliştirmeye büyük önem veriyorlar ve kampüsteki 70,000 kişinin on küsur bini araştırmacı. Tasarladıkları ürünlerin rakiplerinden aşağı kalır yanı yok. Artık fiyatla değil, ürün özellikleri ile rekabet etmeye çalışıyorlar.

Ana kampüsten sonra, Schenzen’in bir saat dışında farklı bir şehirdeki üretim tesislerini gezdirdiler. Guangdong adındaki bu şehir bir üretim merkezi olarak gelişmiş. Çok sayıda şirketin fabrikası burada yer alıyor.

Üretim tesislerinin de devasa büyüklükte olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum. Biz tesisi bir araya getiren birçok fabrikadan birini gezdik.  Fabrika düzenli, temiz ve modern anlayışa göre tasarlanmıştı. Pek haz etmedikleri Japon’ların yalın üretim prensiplerini benimsemekte sakınca görmemişler. Toyota’nın eski bir yöneticisinden danışmanlık alıyorlarmış. Herhalde dünya kamuoyunda Çin fabrikalarındaki çalışma koşulları ile ilgili çok olumsuz haber yer aldığı için, çalışan mutluluğuna verdikleri önemi özellikle vurguladılar.

Fabrikada çok farklı veya ileri üretim teknikleri göze çarpmıyor. Üretim hatlarının çoğu batılı üreticiler tarafından sağlanmış. On küsur sene önce Türkiye’de Teletaş’taki üretimden daha farklı, daha ileri fazla bir şey görmedim.

Peki Çinlilerin teknolojideki başarı öyküsünden biz kendimize ders çıkartabilir miyiz?

  • Çin’in başarı öykülerinin ardında devlet var. Devlet kararlı davranmış, stratejik alanları belirlemiş, başarı için gerekli koşulları hazırlamış. Çin’in devlet güdümlü ekonomik modelini uygulamadan da ülke seviyesinde strateji oluşturmanın ve bu strateji ile uyumlu adımlar atmanın mümkün ve gerekli olduğuna inanıyorum.
  • Çinliler uzun vadeli ve büyük ölçekli bir vizyonla hareket etmişler ve bu yolda sabırla, fedakarlıkla yürümüşler. Güçlü sermaye yapıları, hissedarların kısa vadeli kar beklentileri ile uğraşmak zorunda olmamaları, belki de dünyaya bakış biçimleri onlara bu imkânı vermiş. Dünya çapında hedeflere koşacaksak, biz de uzun vadeli bakabilmeli, kısa vadede fedakarlık yapabilmeliyiz.
  • Çıkartılabilecek bir ders de, teknoloji oyununun dünyada artık farklı bir ölçekte oynanmakta olduğu ve bu oyuna bu noktada dahil olmanın o kadar da kolay olmadığı. Bir tarafta temel teknolojileri elde tutan Amerikalılar, bir taraftan yılda yüzbinlerce yeni mezun üreten Çin, Hindistan gibi ülkeler. Türkiye teknolojide başarı sahibi olacaksa, gücümüzü çok iyi seçilmiş az sayıda alana odaklamak zorundayız.

Yazımı son bir gözlem ile bitireyim: Çin, teknolojik ürünlerin tasarım ve üretiminde günü yakalamayı başarmış. Ancak, önünde hala bir adım var, o da yeni kavramlar ortaya koyabilmek, bir sonraki teknoloji dalgasını yaratabilmek. Bu seviye hala Batının hakimiyetinde; ama Çin bu kararlılıkla  kendisini oraya da taşıyacak.

Bu yazımı iki gün gecikmeyle, Türkiye’ye döndükten sonra yayınlayabiliyorum. Nedenin açıklaması, bir sonraki yazımda.

Yarın: Shenzen – Shangai Uçak Yolculuğu

Çin İzlenimleri – 2: Schenzen

Schenzen

Schenzen

Hong Kong’dan akşam saatlerinde karayoluyla Anakıta Çin’e – Hong Kong’a yaklaşık bir saat mesafedeki Schenzen’e – geçtik.

Hong Kong artık Çin’e dahil olmasına rağmen, özel statüsünden dolayı Hong Kong’dan Çin’e geçiş farklı bir ülkeye giriş gibi. Önce Hong Kong’dan çıkış yapılıyor, sonra Çin’in pasaport ve gümrük kontrolünden geçiliyor.

Çin, benim çocukluğum ve gençliğimde kapalı, komünist bir ülkeydi. Devir o kadar değişmiş ki, eski zamanların fotoğraflarını (üniformalı bir halk, tarlalarda çalışan saz şapkalı köylüler) hatırlatacak hiçbir görüntü yok etrafta. Hong Kong’dan Schenzen’e giden geniş ve bakımlı otobanın iki yanında ormanlar ve ara ara modern bina grupları var.

Schenzen’e 20:00 sularında girdik ve meşhur Schenzen trafiği ile tanıştık. Şehirde 20 milyon kişi yaşıyor ve ulaşım sistemleri oldukça gelişmiş olmasına rağmen işe gidip gelmek İstanbul’u aratacak bir uğraş. Trafikte uzun kuyruklar var, ışıklarda dakikalarca bekleniyor.

Schenzen, Dubai gibi mucize bir şehir. 30 yılda bir köyden 20 milyonluk modern şehre dönüşmüş.  Çinliler bunu bölgeye özel ekonomik statü vererek sağlamışlar. Herhalde dünyaya açılması kolay olsun diye Hong Kong’un bitişiğine inşa etmişler. Yabancı yatırıma izin vermişler, teşvikler uygulamışlar.  Ve şehir, yoktan var olmuş.

Tabii şehrin gerek nüfusu, gerekse ekonomik ölçeği Dubai’nin çok üzerinde. Her taraf büyük binalar, şirketlerin kampüsleri ile dolu. Asya’nın en yüksek, dünyanın ikinci yüksek gökdeleni inşa halinde. Çinliler inşaatta çok hızlılar. İki haftada altmış kat çıkılan binalar varmış. Şehrin birden fazla merkezi var. İnsanlar 5-6 gökdelenden oluşan toplu konutlarda yaşıyorlar daha çok. Modern alışveriş merkezleri, tanıdığımız tüm dünya markalarını içeriyor ve İstanbul’daki, Dubai’deki alışveriş merkezlerin aşağı kalır yanları yok.

Şehir, modern, büyük, çok temiz ve çok yeşil, ama bir ruhunun olduğunu söylemek zor. Her yerde evrensel bir modern mimari anlayışıyla yapılmış büyük binalar var, başka da pek bir şey yok. Çin kültürüne ait izlerin eksikliğini bir nebze olsun giderebilmek için bizdeki Miniatürk benzeri büyük bir park yapmışlar, yabancı ziyaretçilere orayı gezdiriyorlar.

Schenzen nüfusunun çoğunluğunu şehre göçmen olarak gelmiş genç insanlar oluşturuyor. Eğitim düzeyleri ve göreceli olarak gelir düzeyleri yüksek. Buraya gelmek için İngilizce şart diyorlar. Hayat pahalı, ev sahibi olmak – aslında sahip olmaktan ziyade devletten uzun süreli kiralama söz konusu – çok zor. Bu şehirde üretimin bir maliyet avantajı olduğunu söylemek kolay değil.

Anakıta Çin’deki ilk günümde bana en çarpıcı gelen neydi diye sorarsanız, her şeyin ne kadar tanıdık olduğuydu derim. Evet, dev bir şehir; evet, etraftaki herkes Çinli. Ama çevreye baktığınızda gördüğünüz her kare, dünyanın başka herhangi bir büyük şehrin modern bölgelerinden birinde yer alabilir, batılı güncel kıyafetler içerisindeki insanlar, çekik gözleri hesaba katmazsanız, her milletten olabilir.

Yarın: Çinli Bir Bilgi Teknolojisi Üreticisi

Çin Seyahati İzlenimleri – 1: Hong Kong

HongKong2

Yakın planda Hong Kong, uzakta Kowloon

 

Hong Kong'un Star Ferry'leri İstanbul'u hatırlatıyor.
Hong Kong’un Star Ferry’leri İstanbul’u Hatırlatıyor.

İlk defa Çin’e geliyorum. Bir hafta boyunca, İnnova’nın diğer kurucusu ve yöneticisi arkadaşım Ümit Atalay ile birlikte dört şehir gezeceğiz ve temaslarda bulunacağız.  Bu gezi, bana dünyanın en büyük ekonomisi olmak üzere olan Çin’i biraz daha iyi anlama imkanı verecek diye umuyorum.  İzlenimlerimi birkaç blog yazısında paylaşmayı planlıyorum.  İlk durak Hong Kong.

Hong Kong’da yaklaşık 24 saat kaldım. 1100km2 alanda 7 küsur milyon insan.  Bu dar alanın çoğu dağlık. Hong Kong adası ve karşısında anakaradaki Kowloon’da yerleşim, su ve dağ arasına sıkışmış gökdelenlerden oluşuyor.  Binalar yüksek ve dar; şehre farklı bir süluet veriyorlar.

Hong Kong, dünyanın en derin ve işlek limanı, aynı zamanda dünyanın en önemli finansal ve lojistik merkezlerinden biri. 150 yıllık İngiliz sömürge geçmişinin göze görülür izleri sınırlı: Soldan akan trafik, bazı kolonyal binalar, çift dilli tabelalar. Sokaklardaki halkın neredeyse tamamı Çinli. İngilizce bilen az, onların da söylediğini anlamak kolay değil.

Hong Kong’da büyük zenginlik var. Zenginleşme 1970’lerde, bölgenin ucuz üretim potansiyelinin keşfedilmesi ile başlıyor.  Yaşı uygun olanlar hatırlayacaklardır: Made In China’dan önce Made In Hong Kong tekstil, plastik, oyuncak, vb vardı.  70’lerin sonunda Çin yavaş yavaş dünyaya açılmaya başlıyor ve Hong Kong’un liman ve finans merkezi rolü ön plana çıkıyor.  Üretim maliyetleri rekabetçiliğini kaybediyor ve hızla hizmet ekonomisine geçiliyor. Bugün şehri gezdiğinizde eskinin kötü koşullu, derme çatma fabrikalarını değil, lüks, ışıl ışıl iş ve alışveriş merkezlerini görüyorsunuz.  Bankalar,  danışmanlık, bilişim ve diğer uluslararası şirketler, Hong Kong’u mesken tutmuş.

İngilizlerin Hong Kong’u 1997’de Çin’e iade etmeleri, Hong Kong açısından olduğu kadar, İngiliz İmparatorluğunun son kalıntısının bitmesi açısından da önemli. Sonrasında Çin ile sürtüşmeler ve salgın hastalık gibi sebepler işler bir müddet kötüye gitmiş, ama son yıllarda toparlamışlar.  1970-80’lerin sınırsız kapitalizmi üç aşağı beş yukarı hala deva ediyor.  Dünyada en yüksek gelir eşitsizliğinin Hong Kong’da olduğunu da ekleyeyim.

Hong Kong’lu kendisini Hong Kong’lu olarak görüyormuş, Çin’li olarak değil. Çin, Hong Kong’a vermiş olduğu özerk statüyü eğip bükmeye çalıştığında büyük tepki oluşuyor; geçen yılki olayları televizyonlardan izledik.

Şehrin iki yakalı oluşu, İstanbul’lulara Boğaz’ı hatırlatıyor ister istemez. İki yaka arasında çalışan küçük yolcu gemileri de Boğaz’ın emektar vapurlarının minyatür kopyalarını andırıyor.  İstanbul ile temel bir fark: Arazi bu kadar az ve kısıtlı olmasına rağmen, büyük bölümünü doğal doku olan yağmur ormanlarına bırakmışlar.  Bizim bilmediğimiz bir şey biliyor olabilirler mi? 🙂

İklimin belirgin özelliği nem ve yağmur. Sıcaklık fazla değil. Dünyaya açılan Çin’e yakınlık, tarihi konumu, derin limanı ve gelinmiş olan gelişmişlik düzeyi, okyanusta şirin bir ada olmaktan öteye geçmezdi herhalde.

Alışverişe özellikle meraklı değilseniz, turistik amaçlı bir kalışın 1-2 günden uzun olmasına çok gerek yok gibi.  İki günde köşe bucak gezersiniz sanıyorum.  Biraz uzak mesafede plajları, parkları, bir de dev Buda heykelleri varmış.  Bunları da görmek isterseniz, 1-2 gün daha.

Yaşam biçimi batılı, standartlar yüksek. Uzak doğu mutfaklarına meraklıysanız yemekler güzel. Ama etrafta bu kadar çok Çin’li, tabelalarda Çince yazılar ve üzerinize yapışan nem olmasa, kendinizi dünyanın herhangi bir gökdelen ormanında sanabilirsiniz.

Yarın: Anakıta Çin ve Schenzen

Hayatta Kalabilmek için Sayısal Dönüşüm (Digital Transformation)

Danışmanlar, bilişim şirketleri ve basının sıkça sözünü ettiği Sayısal Dönüşüm kavramının tam ve doğru olarak anlaşılmadığını düşünüyorum ve tekrarlandıkça içinin boşalacağından korkuyorum.  Önümüzdeki dönemde şirketlerimizin hayatta kalmasını – ve bu şirketlerde hala çalışabilir olmayı – istiyorsak, Sayısal Dönüşümü bir an önce anlamamız gerek.  Öyleyse hemen başlayalım.

Sayısal Dönüşüm, bilişim teknolojilerini, özellikle de internet ve mobil’i, sonradan akla gelen ve mevcut iş süreç ve modellerine sonradan eklenen unsurlar olmaktan çıkartıyor, faaliyet alanınız ne olursa olsun, tam merkeze yerleştiriyor.  Bu şekilde dönüşen iş yapma biçimleri yepyeni verimlilik ve katma değer fırsatları yaratıyor.  Vereceğim örnekler şirketler ile ilgili olsa da, Sayısal Dönüşüm ticari kuruluşlarla sınırlı değil.  Devlet, üniversiteler, STK’lar, kısacası her türlü kurum Sayısal Dönüşüm için aday.

Şirketinizde herkesin önüne bir bilgisayar koyduğunuzda, bir de web sitesi ve facebook sayfası eklediğinizde belki internet çağını yakalamış oluyorsunuz, ama, Sayısal Dönüşümü başardım diyebilmek için daha bir fırın ekmek yemek lazım.

Sayısal Dönüşüm çeşitli eksenlerde gerçekleşiyor.  Birinci eksen, müşteri ilişkileri.  Sayısal Dönüşüm, müşterilere mobil, internet, mağazalardaki kiosk benzeri sayısal arayüzler gibi farklı erişim kanalları sunuyor.  Bu kanalların birbirileri ile entegre olmaları kritik.   Cep telefonumdan resmine bakıp alışveriş sepetime koyduğum ürünün siparişini web sitesinden tamamlayabiliyorum, örneğin.  Ya da mağazadaki kiosktan siparişimin durumunu görüyorum, belki teslimatı mağazaya yönlendiriyorum.

Sayısal Dönüşüm, müşteri deneyimi kadar, iş yapış biçimlerini de değiştiriyor.  Şirketler farklı kanallardan gelen detaylı bilgileri bir araya getirerek müşterilerini çok daha yakından tanıyabiliyor, onlara uygun tekliflerle satışlarını ve müşteri memnuniyetini artırabiliyor, yeni ürün geliştirme faaliyetlerini yönlendirebiliyor.

İkinci eksen, operasyon.   Sayısal Dönüşüm, süreçlerin otomasyonunu sağlayarak çalışanları daha verimli işler için serbest bırakıyor.  İşler sayısallaştıkça, mekanın önemi azalıyor, aynı iş ofisten de evden de, dünyanın öbür ucundan da yapılabiliyor, ekipler birlikte daha verimli çalışabiliyor, bilgi paylaşabiliyor.  Operasyon ile ilgili daha çeşitli ve detaylı veri toplandıkça ve analiz edildikçe, performans ve verimlilik artışları için yepyeni fırsatlar keşfedilebiliyor, veri ile donatılmış çalışanlar yönetime ve kararlara daha aktif katılabiliyor.

Üçüncü ve son eksen ise yeni iş modelleri.  Sayısal Dönüşümün gerçek gücü bu eksende saklı.  Yeni iş modelleri, mevcut iş yapış biçimlerinin uzantıları olabilir; örneğin bir süpermarket internet üzerinden sipariş almaya başlayabilir; kargo şirketi alıcının imzasını elektronik olarak kaydedebilir.  Ya da, Sayısal Dönüşüm yepyeni bir iş modeli ve gelir kaynağı ortaya çıkartır: Über, Airbnb, ya da ülkemizden YemekSepeti iyi birer örnek.  Yeni iş modeli için sıfırdan bir şirket kurulması şart değil.  Örneğin bir uçak motoru üreticisi, sattığı motorlardan gelen sensör verilerini inceleyerek havayolları için yakıt tasarrufu sağlayacak uçuş stratejileri oluşturabilir, ya da bir sağlık cihazları üreticisi cihazları buluta bağlayarak çok farklı paylaşım ve analiz hizmetleri yaratabilir.

Bu üç eksenin her birinde Sayısal Dönüşümü başarırsanız, sizi yepyeni fırsatlar, verimlilikler, yeni gelirler bekliyor.  Bunları siz değil, rakipleriniz yaparsa, durum fena.  Facebook sayfanızı oluşturarak çağa ayak uydurduğunuza inanıyorsanız, bir kez daha düşünmenizde yarar var.

Barselona’daki Mobil Dünya Kongresinden (MWC) İzlenimler

Geçen hafta Barselona’da katıldığım MWC kongresinden izlenimlerimi sizinle paylaşmak istedim. Uzun süredir düzenlenen bu konferans ve fuar, iletişim teknolojilerinde olan biteni ve eğilimleri görmek çok iyi bir fırsat.  Bilgi Teknolojileri de artık iletişim etrafında şekillendiği için, hemen her alandaki gidişatla ilgili iyi bir fikir veriyor.

Gelelim fuarda ön plana çıkan konulara:

Artık 5G konuşuluyor.  5G’nin, yüksek kapasitenin yanı sıra çok düşük gecikme süreleri gibi avantajları var.  Gecikme süresi mili-saniye seviyesinde olduğunda, otomobilinizin önündeki sensörün buluta gönderdiği veri binlerce kilometre uzaklıkta işlenerek, fren komutu araca yeterli sürede ulaştırılabiliyor.  O aracın içinde olmak ister misiniz, bilmem. 🙂

Konferansta çok konuşulan bir konu, internete henüz bağlanmamış, “sıradaki” bir milyar kişinin nasıl internete bağlanacağıydı.  Facebook, Google bu konuda görüş belirtti.  Özellikle Google, operatör olabileceğini söyleyerek ortalığı bir miktar telaşa verdi.

Nesnelerin Interneti herkesin dilinde.  Kişisel sağlık uygulamalarından akıllı şehirlere kadar çeşitli uygulamalar her yerdeydi.

Güvenlik, ana ilgi alanlarından biri olmayı sürdürüyor.  Nesnelerin Interneti yepyeni ve büyük güvenlik sorunlarına gebe.  Katıldığım bir konferansta konuşmacı bir telefonun kamerasını ve mikrofonunu internet üzerinden o kadar kolay ele geçirdi ki, tedirgin olmamaya imkân yok.  Bu alana büyük yatırım yapılacak, buna rağmen krizler yaşanacak belli ki.

Toplu SMS gönderen ve reklam satan şirketlerin sayısı da yüksekti.  Buralardaki ticaretin ölçeği hala çok büyük.

Cihazlar çok iyi anladığım bir konu değil; yine de heyecan verici pek bir şey olmadığını söyleyebilirim.  Belki en çok dikkatimi çeken, daha önce adı duyulmamış akıllı telefon üreticilerinin varlığıydı.  Herkes bu büyük pazardan pay almak istiyor. Giyilebilir teknolojilerin de çok örneği vardı, ama dikkat çekici yenilik yok.  Bir sonraki rekabet alanı belli ki Otomotiv.  3-4 stand’da internete bağlı otomobiller sergileniyordu.

Son olarak, fuarın kendisiyle ilgili birkaç not: Ziyaretçi sayısı 100 binden fazlaymış. Katılımcıların arasında zaman öldürmeye gelmiş hemen hemen hiç kimse yok; herkesin işi gereği katıldığı söylenebilir. Bu şekilde bakıldığında, 100 bin sayısı gerçekten etkileyici.  Etkinlik, Barselona’ya yılda doğrudan 500 milyon Euro bırakıyormuş.  Tabii insanın aklına, bu etkinliğe biz ev sahipliği yapamaz mıyız sorusu geliyor.  Bugünün koşullarında cevap ne yazık ki “Hayır”. İstanbul’da dahi yeterli büyüklükte fuar alanımız yok.  Trafik ve konaklama açısından daha uygun olabilecek Antalya’da da.  Son olarak, Türkiye’den katılımın çok kalabalık olduğunu, uçaklarda zor yer bulunduğunu da ekleyeyim.

Akıllı Şehir – Şehir 3.0

2025 yılında dünya nüfusunun %60’ının şehirlerde yaşaması ve İstanbul gibi mega-şehirlerin sayısının gittikçe artması bekleniyor.  Şehirler artık rekabette ülkelerden daha fazla ön plana çıkıyor.  Devasa boyuttaki sorunlarını aşabilen mega-şehirler büyük cazibe merkezleri haline geliyor; geri kalanlarında ise yaşam koşulları gittikçe zorlaşıyor.

Çağdaş şehircilik anlayışını tanımlamak için, “Akıllı Şehir” veya – teknoloji terminolojisine gönderme yapılarak – “Şehir 3.0”  terimleri kullanılıyor.  Sanayi devrimi öncesi, ticaret ve ulaşım merkezi olarak ortaya çıkan 0.0 şehirleri,  sanayi devriminin koşullarını yansıtan ve ilk modern şehirler diyebileceğimiz 1.0 şehirler izledi. Hiyerarşik yapılı, iyi çalışan bir makineye benzemeye çalışan bu şehirler zonlar halinde planlandı ve zamanla otomobil yolları etrafında şekillendi.

1990’larda, bireylerin insani ihtiyaçlarını ikinci plana attığı, içinde yaşayanları yabancılaştırdığı için çokça eleştirilen 1.0 şehirlere tepki olarak, şehirleşmeye ilişkin yeni düşünceler ortaya atılmaya başladı.  Önerilen yeni fikirler, şehirleri ağır sanayi fabrikaları veya makinelerinden ziyade, yaratıcı yüksek teknoloji şirketlerine benzetmeyi hedefliyordu.  Ayırt edici özellikleri daha az hiyerarşik ve katılımcı yönetim yapıları, insanı merkeze alan şehir planlaması, mahalle ortamlarının yaratılması, sanatsal değeri yüksek mimari eserler olan Şehir 2.0, bu özellikleriyle yenilikçi şirket ve sektörleri cezbetmeye çalışıyor ve ekoloji, yeşil, kültür, sanat gibi kavramları ön plana çıkartmaya özen gösteriyor.

Bilgi teknolojilerinde ardı ardına yaşanan devrimler, 2000’li yıllarda şehirciliği de derinden etkilemeye başladı ve böylece Şehir 3.0 ya da Akıllı Şehir kavramı doğdu.  Akıllı Şehri mümkün kılan, iletişim ve bilgi teknolojilerinin sağladığı yüksek bağlanırlık imkânları ve önceki yazılarımda yeni bir devrimi oluşturduğunu anlattığım Nesnelerin İnterneti, Büyük Veri ve Bulut Bilişim kavramları.

Şehirde yaşayanlar mobil cihazları ile sürekli iletişim halinde olduğu için, mekanlar artık daha akışkan.  Şehir sakinlerini işlerini gittikçe artan oranda seyahat etmeden, bulundukları yerden yapabilecekler.  Şehirlilere her an internet üzerinden erişebiliyor olmak, şehir yönetiminde de yeni imkânları mümkün kılıyor: Artık bilgiyi anlık paylaşmak, kamuoyunun gerçek anlamda nabzını tutmak, şehir sakinlerinin tercihlerini, taleplerini yakından izlemek mümkün.

Akıllı Şehirlerde sadece insanlar değil, tüm nesneler iletişim ağlarına bağlı.  Böylece şehri ayakta tutan sistemlerden beslenen bilgiler paylaşılabiliyor, analiz edilebiliyor ve sistemlerin iç verimlilikleri artırılırken, bir arada çalışan sistemlerden daha önce olmadığı kadar etkin sonuçlar almak mümkün oluyor.  Tüm şehir halkına açık veri ve sistemler, hayatı kolaylaştıran yaratıcı uygulamaların ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor.

Akıllı şehirler bu özellikleriyle, ulaşım, enerji ve su yönetimi, güvenlik, şehrin sevk ve idaresi, belediye hizmetlerinin halka ulaştırılması gibi temel sorunlara yepyeni ve etkin çözümler getiriyorlar.

Akıllı şehirler aynı zamanda girişimciliği, yeni kurulan şirketleri, şehir sakinleri arasında daha fazla paylaşım ve etkileşimi destekleyen ortamlar yaratmayı hedefliyor.

Ülkemiz, gittikçe büyüyen ve şehirleşmesini sürdüren nüfusuyla, büyük fırsat ve tehditleri birlikte taşıyor.  Şehirlerimizin yapısı, geleceğimizin şekillenmesinde belirleyici rol oynayacak.  Yeni gelişen akıllı şehir kavramlarını benimsemek, 2.0 şehirleri geçip doğrudan 3.0’a sıçramak, hem şehirlerimizi yaşanabilir kılacak hem de dünyadaki rekabet gücümüzü artıracak.

Şebeke Tarafsızlığı (Net Neutrality) Tartışması Nedir ve Hepimiz için Neden Kritik Öneme Sahiptir?

net neutrality protestBu haftanın başında, ABD Başkanı Obama internet sağlayıcılarının elektrik dağıtım şirketleri benzeri regülatif kurallara tabi olduğunu söyleyerek, çok hararetli bir tartışmanın ateşini körüklemiş oldu.  Şebeke Tarafsızlığı veya Net Neutrality kavramını duymuş olsanız da olmasanız da, bireysel veya kurumsal internet kullanıcısıysanız (olmayanımız var mı? 🙂 ) bu tartışmanın sonuçlarının sizi de etkileyeceği muhakkak.

Internet, akademik dünyada son derece demokratik ve eşitlikçi bir ortam olarak doğdu.  Uzun süre kimsenin aklına internetteki trafiği ayrıştırmak ve farklı kategorilerdeki trafiğe farklı kurallar uygulamak gibi bir şey gelmedi.  Trafik çeşitlenip, görüntü, ses, video, mesajlaşma eklendiğinde, bu eşitlikçi ortam sorgulanmaya başlandı.

Geldiğimiz noktada internet devasa bir ticari platform.  Bu platformda video paylaşım gibi büyük gelir getiren ve altyapının kapasitesinin önemli kısmını kullanan hizmetler mevcut.  Bu hizmetleri sağlayan şirketler altyapıya beş kuruş para vermeden, işin kaymağını yiyorlar.  Bu adil mi?  Peki, parasını ödeyip daha yüksek kaliteli, daha kesintisiz erişim hizmeti almak isteyen kullanıcılar için farklı muamele olmamalı mı?

Bu sorular, Şebeke Tarafsızlığı karşıtlarının soruları.  Onlara göre, şebeke üzerinde koşan trafiğin özelliklerine, ödenen ücretlere göre farklı hizmet seviyeleri olmalı.  Tezlerinin arkasındaki mantık basit ve aslında kapitalizmin temel ilkelerine uygun. Şebeke tarafsızlığını savunanlar ise son yirmi yıldaki “e-devrim”in ve bu devrimin getirdiği parlak başarıların arkasında internetin eşitlikçi ortamının olduğunu söylüyorlar.  Sordukları soru düşündürücü: Internet gücü olanlara ayrıcalık sağlarsa, yeni fikirler, yenilikçi şirketler nasıl ortaya çıkacak?

Link’ini verdiğim New York Times makalesi, şebeke tarafsızlığının ne olup ne olmadığı basit bir dille anlatıyor.  Elektrik şebekesi tarafsız şebekeye iyi bir örnek.  Elektrik dağıtım şirketi buzdolabıma giden elektrikle bilgisayarıma giden elektriği farklılaştır(a)mıyor, elektriği ne için kullandığımı dahi bilmiyor.  Diğer uçta ise kablo üzerinden içerik hizmeti veren, bizdeki Digitürk, Türksat modelindeki şirketler yer alıyor.  Alacağınız hizmetler ve ücretleri belli, bunların arasından seçiyorsunuz.  Bu ücretlendirme sistemi sayesinde futbol maçları, yeni diziler gibi özel içeriğe ulaşabiliyorsunuz ve kim neyi tüketiyorsa, onun ücretini ödüyor.

Şebeke tarafsızlığı tartışması, tüm dünyada sürüyor.  Ancak tartışmanın ilk sonuçlarını vereceği yer, internetin doğduğu ve büyüdüğü ABD olacak muhtemelen.  Bu sonuçlar, internette hangi içeriğe ve hizmetlere, hangi koşullarda ulaşabileceğimizi derinden etkileyecek.

Sözünü ettiğim New York Times makalesine ulaşmak için tıklayın.

Dünyaya Dair Cehaletimizi Gidermenin Kestirme Yolları

İsvHans Roslingeçli istatistikçi Hans Rosling’in araştırmalarına göre, hepimiz dünya meseleleri ile ilgili yanlış görüşlere sahibiz. Amerikalı, İsveçli – ve korkarım Türk – farketmiyor, dünyanın durumuna dair sorulara maymunların verdiği cevapların doğruluk oranına ulaşamıyoruz. 🙂

Hans Rosling, eğlenceli konuşmasında bunun nedenlerini de ortaya koyuyor: Kendi çevremizden gelen önyargılarımız ve okulda öğretilen eskimiş bilgilerin üzerine koyduğumuz güncel bilgileri medyadan alıyoruz, ve iş dünya meselelerine gelince, basın da cahil ve sansasyon peşinde.

Neyse ki, sunumun sonunda Hans Rosling’in oğlu Ola cehaletten hızla uzaklaşmanızı sağlayacak ip uçları veriyor: Ana eğilimleri öğrenirseniz, tahminlerinizin doğruluğu da artacak.

Keyifle izleyeceğinizi sanıyorum.

How Not To Be Ignorant About the World